Hikayeler devam ediyor
Seldağ Vardal / DieGazete.de
Pandemi süreciyle ilgili çok şey söylendi ve söyleniyor ya. Virüsün anlattıkları gibisinden. İşte o söylemlerin en başında evlere kapanınca duran hayatlarımızı sorgulamaya başladığımız yer alıyor. Aman da aman sevdiklerimize vakit bulamıyormuşuz, aaa sevdiklerimizi sandıklarımızla yan yana yaşayınca neler de ortaya çıkıyormuş. Offff yaa, evde yapılacak ne çok iş varmış. Bak sen, ben de ne yetenekliymişim de haberim yokmuş. Oh be, doğa dinlenmiş biraz da olsa kendine gelmiş. Nihayet hava acık da olsa temizlenmiş. Bak, birbirimize sarılamayınca kıymetimizi anlamışız. Vay be, gördük mü paranın da bir önemi yokmuş, önce sağlıkmış asıl olan, gibi gibi. Pek tabii, bunları çoğaltmak mümkün ki okuyanlarınız da şu anda ekleme yapıyor olabilir.
Ancak ben tüm bu sözde sorgulamaların sonunda kendimi bir film izler gibi hissediyorum. Hani bazı filmlerde öyle sahneler vardır ya, 3 ay sonra yazar. İşte şimdi böyle bir filmde 3 ay sonrasında neler olduğuna bakıyorum. Bir telaşla canhıraş çıktık sokağa. İlk işimiz doğayı kirletmek oldu, öyle ki denizler bile maske atığıyla doluyor artık. Hani çok özlemiştik doğayı? Birbirimizi ite kaka, koştur koştur tatil yapıyoruz, bir daha yapamazsak edasıyla. Hani dokunamayınca kıymet anlar olmuştuk. Hatta ve hatta maske için kavga ederek birbirimizi bıçaklamaya kadar götürebiliyoruz insan ilişkilerimizi. Ha bi de kendimizi korumak adına çoğumuz özel aracıyla yollarda olunca, acık ucundan temizlendi dediğimiz havanın da hakkından geldik sanıyorum.
Şimdi ben eğer gerçekten sinema koltuğunda oturmuş bu filmi izliyor olsaydım senaristi ve yönetmeni çok başarılı bularaktan “vay be ne güzel anlatmışlar” derdim. ”Oyuncular da ne oynamış” diye de ayrıca eklerdim. Ammaaa ne yazık ki bu, benim de bir parçası olduğum göçebe yaşadığımız bu dünyanın acı gerçeği. O sözde sorgulamalarımızı çabucak unutup, gerçekten zorunlu muyuz bilemediğimiz mecburiyetlerin peşinden telaşla koşmaya başladığımız o gerçek. O sözde bize ait olduğunu düşündüğümüz hayallerimiz ve arzularımızı gerçekleştirmek için bir birimizi ezip geçtiğimiz gerçeği.
Oysa ki en gerçek nefes derslerinde anlatılanlardır. Sayı verirler. Dörde kadar say, al. Dörde kadar say, ver gibisinden. Hadi yapalım hep beraber. Alıyoruz şimdi nefesi bir iki üç dört. Hadi şimdi veriyoruz bir iki üüüçç vee üçte kaldık. Yani öldük. İşteee bu kadar. Tek gerçek budur belki de. Alabildiğimiz nefes kadar varız bu dünyada. Bunu bilip de bunu unutarak yaşamak tam bir trajedidir belki diyeceğim ama vardır Yaradan’ın bir bildiği. Naçizane benim de yaptığım tüm bu laf kalabalığından sonra demem o ki, virüsün anlatmaya çalıştıkları varsa da bizim anlayacağımız yok gibi. Büyük ihtimalle ben yine aynı ben, biz yine aynı biz, dünya yine aynı dünya. Ne sığabiliyoruz, ne de paylaşabiliyoruz bu dünyayı. Düşünmek ağır iş vesselam. Ne gerek var böyle bir yükü taşımaya. İşin kolayına kaçmak varken. Her şeyi hor kullanıp bencillik hafifletiyorsa insanı bir nefes alımlık dünyada, yük taşımaya ne gerek var. İşte bu kaaa…
Şu ana kadar yazdıklarımı okuyanlarınız şunu soruyor olabilir. Hani başlıkta altı dil bilen bir çoban vardı? Bu anlattıklarının neresinde kaldı şimdi o? Çobanımızın hikayesi için filmi iki ileri, bir geri sarmak zorunda kalacağım da ondan böyle bir giriş yaptım. Belki yüzyıl önceye gideceğiz. Öncesinde ne olmuş, anında ne var ve belki de hep birlikte bir varsayımda bulunacağız geleceğinde ne olabilir diyerekten. Tamaaammm, hemen basıyorum “play”e ve başlıyoruz hep birlikte izlemeye.
Ben, Balıkesir Akçay’da yaşıyorum ve çoğunluk gibi bir organiktir tutturmuşum. Yaptıklarımdan bir tanesi de yoğurt. Hal böyleyken buralarda müsait olunca ve süt sırası kavgasını yaşamakta hoşuma gidince, kendi sütümü alıp yoğurdumu yapıyorum. İşte burada tanıdım bizim çoban Vasif’i. Süt aldığım buranın köylülerinden olan bir ailenin yanında çobanlık yapmakta. Günlerden bir gün ben süt sırası beklerken biri geldi ismini yazdırmak istedi. O sırada adını henüz bilmediğim bu çoban bana “abla yazar mısın” deyince okuma yazması yok diye düşünerekten yazdım. Kafayı kaldırdığımda bizim çoban, gülümseyerek açıkladı. “Abla, Türkçe yazamıyorum da ondan. Yoksa ben altı dil biliyorum.” Okuma yazması yok diye düşünerekten onu incitmemeye çalışan ben, o anda iki nedenden dolayı çok utandım. Biri, bir çobanın altı dil bildiğini duyduğumdaki şaşkınlığın altında yatan üstünlük duygum, diğeri de bir dili öğrenebilmek için çektiğim eziyeti hatırlamamdı. Sonrasında gittim geldim sordum, geçerken durdum, anlattırdım hikayesini ve öğrendim ki Vasif çoban bir Ahıska Türküymüş. Adlarını duyduğum ama haklarında hiçbir şey bilmediğim Ahıskalılarla tanışmama vesile olan bu karşılaşma, aynı zamanda anlatmaya çalıştığım bu filmi çoook geriye doğru sarmama da sebep oldu ve sordurdu. Değişen bir şey olmuş mu diye. Bu nedenle şimdi sizlere önce Ahıska Türklerinin tarihiyle ilgili aldığım notları aktaracağım. İnanın çok bilgi vardı. Ama ben kendi seçtiklerimi sıralamayı tercih ettim. Haydin bakalım adeta bir videokasetini geriye sarıyormuşçasına filmi hızlı bir şekilde çoookkk gerilere götürelim. Yıl, hatta yüzyıl falan filan diyerekten.
Kendileriyle ilgili üç ana görüş varmış. Ruslar, Gürcüler ve Türkler ayrı ayrı anlatmışlar Ahıska Türklerinin kim olduğunu: Gürcüler demiş ki bunlar Mesketyalıdır. Yani önceden Hristiyan olan sonradan Müslümanlaştırılarak Gürcülüğünü terk etmiş, 2000 yıl önceki Meshlerin soyundan gelen topluluktur. Ruslar demiş ki kökenleri M.Ö. 2. yüzyıla dayanır. Kafkasya’daki Bulgarlar, başta Ortodoks Kıpçaklar olmak üzere Karapapaklar ve diğer Türki kabilelerden oluşmuşlardır. Türkler de demiş ki Kıpçaklar, Ahıska Türklerinin atasıdır. Ayrıca Osmanlının burada uzun süren istikrarlı varlığı sırasında Konya, Yozgat ve Kayseri’den gönderdiği toplulukları da, bu bölgeye yerleştirilmiş olduğundan Ahıska Türkleri bunun da bir parçasıdır.
Ben burada “pause”ye basmak zorunda kaldım ve sordum. Nasıl yani şimdi ben Gürcistan’da doğmuş bir çocuk olsaydım ayrı, Rusya’da doğmuş olsaydım ayrı ve Türkiye’de doğmuş olmaktan dolayı ayrı bir tarih bilgisine mi sahip olacaktım, oluyorum, olacağım? Neyse ki Yaradan mucitlerin yüreğine buluşları için ilham tohumlarını ekmiş de iyi kötü bir internetimiz var şu meşhur farkındalık için. Ha tabii emrimize sunulan nefis, nasıl isterse öyle kullanıyoruz interneti. Ama bu bizim filmin konusu değil. Basıyorum tekrar “play”e.
Ahıska uzun yıllar Osmanlının Çıldır Eyaleti’nin başkentliğini yapmış. 1828’de Çarlık orduları Ahıska’yı ele geçirince burada daha fazla yaşamak istemeyen ve Osmanlıyla bağlarını koparmamak adına birçok Ahıskalı istemeden de olsa bu topraklardan göç etmiş. 1917 devriminden hemen sonra Gürcistan sınırları içinde kalan Ahıska halkı, kendi kaderini tayin etme arzusuyla Türklere bağlanmak istediklerini belirtmişler. 1918 Batum antlaşması ile Gürcistan bunu kabul etmiş. Ancak hemen ardından yapılan Mondros mütarekesiyle Türk birlikleri burayı terk etmek zorunda kalmış. 1921’de Türkiye’nin doğu sınırı kesinleştikten sonra ise Ahıska ile hem fiziki hem de kültürel bağlar tamamen kopmuş. Bundan sonra Ahıska Türkleri hem Gürcülerin, hem de Sovyetlerin ayrımcı politikaları ile baş etmek zorunda kalmış. Örneğin Türkçe eğitimler kaldırılmış ve 1939 nüfus sayımında pasaportlarına Azerbaycanlı olarak kayıt edilmişler. 2. Dünya Savaşı’na kadar askere alınmayan Ahıskalılar, bu dönem askere alınmış, kalanlar da demiryolu inşaatlarında çalışmış. 1938-1940 arası bölgeye çok sayıda Rus askeri yerleştirilmiş. 24 Temmuz 1944’de Ahıska Türklerine, resmi olarak sürgün kararı verilmiş. Bunun nedeni olarak can güvenlikleri gösterilmiş. Alman ordularına karşın onları korumak istedikleri ve bu göçün geçici olduğu söylenmiş. 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan gece 1944’de Sovyet askerleri halkı uyandırarak, 2 saat içinde yanlarına ne alabilirler ise köy meydanında toplanmaları emrini vermiş.
Bu göçün geçici olduğuna inananlar yanlarına fazla bir şey almadan çıkmış yola. Köy meydanından kamyonlarla istasyonlara getirilmişler ve trenlerin hayvan vagonlarına bindirilerek kapıları dışarıdan kilitlenmiş. Kış mevsiminde yapılan bu yolculuk 40-45 gün sürmüş, soğuk ve açlık nedeniyle çoğunun ölümüyle sonuçlanmış. Öyle ki tuvaletin olmayışı, o dönemki gelenekler gereği büyüklerinin yanında tuvalete gidemeyen kadınların acı ölümlerine sebep olmuş. Ölülerini nereye gömdüklerini bilememiş, hatta gömemedikleri zamanlar olmuş. Bu acı yolculuktan sonra daha önceden belirtilen bölgelere dağıtılmışlar. Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan. Sürgünde ölenlerin rakamları farklı farklı verilmekteymiş. Resmi rakamlar “on yedi bin” derken, başka kaynaklar “elli bini” işaret etmekteymiş. O dönem askerde olanlarsa dönüşlerinde haberdar olmuşlar bu sürgünden ve ya kendi imkanlarıyla ailelerini bulmuşlar, ya da onlar da sürgüne gönderilmiş. Vagonlara bindirilirken dağınık olarak yerleştirilince, aileler de birbirinden kopmuş. Ya senelerce birbirlerini bulamamışlar, ya da bir daha hiç haber alamamışlar.
Burada “stop”a basıyorum. Gözlerim doldu. Çünkü çok küçük yaşta kaybettiğim dedem aklıma geldi. Annemin babası. Üç kardeşlermiş, iki erkek bir kız. Kız Kosova’da kalmış. İki erkek çocuğu Türkiye’ye göndermişler ki, onlar da yetimler yurdunda büyümüş ve kız kardeşleriyle bir daha hiç bağlantı kuramamışlar. Dedem anneme hep “sen, halana benziyorsun” dermiş. Yani anlayacağınız ben de bir göçmen kızıyım. Hani doğal afetler sonucu yaşanacak göçleri anlıyorum. Şimdi buzullar erise, Hollandalılar bize göç etse tamam da, bu şeytana dahi şapka çıkarttıracak nedenlerden dolayı göç etmeyi ne anlayabiliyorum, ne de sindirebiliyorum açıkçası. Üstelik de benzer hikayelerin, şu anda dünyanın pek çok yerinde yaşanıyor olduğunu bilmek de eziyor yüreğimi. Yani film aynı film gibi.
İşte çoban Vasif’in dedeleri bunlar. O bana dedelerinin İç Anadolu’dan gittiğini anlattı. Yani buna göre büyük büyük dedeleri Osmanlı’nın Anadolu’dan Ahıska’ya gönderdiği topluluklardan. Çoban Vasif’in büyük büyük dedesi Anadolu’dan göç etme ve dedesi de 1944’de bu sürgünü yaşayarak Özbekistan’ın Fergana vadisine yerleştirilenlerden. Vasif İsmailoğlu, bundan ötürüdür 1967 Özbekistan Fergana doğumlu. Babası o çocukken ölmüş. Ailede, ya da etrafında 1944 sürgünüyle ilgili hiç bir şey konuşulmamış, anlatılmamış. “Bilirdik abla, bu sürgünü. Ama üzerine hiç konuşmadık” diyor. Belki korku, belki korkunun yarattığı sinmişlik, belki de bu acı hikayeyi derinlere gömme isteği. Sonuçta bu suskunluğun nedeni, ne olursa olsun yepyeni bir hayata başlamışlar Fergana’da. Çoban Vasif filmdeki bu yeni başlangıcın kahramanlarından sadece bir tanesi. Oysa ki dışarıdan bakınca sanki onların oynadığı filmde göç ana konu gibi. Nesiller boyu yollardalarmış gibi. Bir yere bir türlü kök salamamışlar gibi.
Sovyetler Birliği döneminde okula gitmiş. Sekizinci sınıfa kadar okumuş. İşte bu nedenledir ki Rusçayı ana dili gibi okuyup yazmakta. Ayrıca doğup büyüdüğü yerler sebebiyle de Özbek, Kırgız, Kazak, Tacik dillerini konuşabilmekte. Ahıska Türklerinin, ısrarla Türkiye’yle olan ilişkilerinin altını çizmelerinden dolayıdır ki Türkçe konuşmayı da bir şekilde ihmal etmemişler. Sekizinci sınıftan sonra devam etmek istememiş. Bağ bahçe işleri derken askerliğini de yaparaktan, dönüşünde de pamuktan yağ çıkartılan bir fabrikada çalışmaya başlamış. Başına geleceklerden habersiz, bir göç daha yaşamak zorunda kalacağını bilmeden. “Okula giderken hiçbir sorunumuz yoktu Özbek çocuklarıyla” diyor. “Oynardık, gülerdik hep beraberdik. Komşularımızla da bir sorunumuz yoktu. Herkes işinde gücünde günlük yaşamın içinde yuvarlanıp gidiyordu. Her şey birden oldu işte. Beni buraya savuran Fergana olayları abla, aç bak internetine” deyince, ben de açtım baktım.
Şimdi filmi bir daha geriye sarmak durumundayım. Bilenleriniz olabilir. Bilmeyenler için yine kısa bir özet geçmek isterim. Nedir Fergana olayları? 15 Haziran 1989 tarihinde yaklaşık yüz bin Ahıska Türkü’nün göç etmesiyle sonuçlanan olaylar. Ne olmuş filmin bu sahnesinde? Sırasıyla anlatmaya çalışayım: Olayların çıkış nedeni günümüzde dahi hala tartışma konusu imiş. Kimliği belirlenemeyen kişiler ve gruplar aracılığıyla Ahıska Türklerine karşı bir karalama kampanyası başlatılmış. Ahıska Türklerinin Özbeklere eziyet ettiği, Özbek kadınlarına tecavüz ettikleri gibi söylemlerle bölgedeki Özbek gençleri etki altına alınmış. İlk gerginlik Mayıs sonlarında Özbek ve Türk gençlerinin çatışmasıyla başlamış ve bir kişinin ölümüyle sonuçlanmış. İddialara göre 3-4 Haziran günlerinden itibaren ise Ahıska Türklerinin evleri kırmızıyla işaretlenerek pek çok insan ellerinde balta, bıçak metal çubuklarla bu evlere yönelmiş ve evler ateşe verilmiş. Fergana’da başlayan olaylar, kısa sürede diğer köylere de yayılmış. Türklerin, Özbeklere işkence yaptığı haberleri durumu daha da kötüleştirmiş. Olaylar yaklaşık iki hafta sürmüş. Ahıska Türkleri Sovyet güvenlik kuvvetleri tarafından kamplara yerleştirilmek zorunda kalmışlar. Komşu ülkelere kaçanlar olmuş. Rus iç işlerinin olaylara neden gecikerek müdahale ettiği belli değilmiş. Yüz bin Ahıska Türkü’nün 45 senelik birikimi heba olmuş. Rus kaynakları “Kızıl Ordu olmasaydı, Ahıska Türklerinin tamamı yok olacaktı” demiş.
Şimdi saralım filmi tekrar bugüne. Çobanlık yaparken kaldığı tarla içindeki konteyner evinin önünde, ağaç altındaki masada devam edelim sohbete. Vasif çoban bu olayların tam da içinde yer almış henüz 22 yaşında bir delikanlıyken. “Ailemden 4 kişi gözümün önünde öldürüldü ki, bunlardan biri teyzemin oğluydu ve yeni askerden gelmişti. Rus askerleri olmasaydı hiç şansımız yoktu. Onlar kurtardı bizi” diyor. “Rusya’da kaldık bir süre. Rusların büyük adamlarından biri geldi özür diledi bizden. Eğer istersek yine memleketimize dönebileceğimizi söyledi. Ama biz istemedik” diye de ekliyor. Öyle ya, memleketin bile olsa bir kere huzurun kaçmaya görsün, insan korkarak yaşamak istemiyor. Hoş, dünyada huzurun olduğu neresi kaldı, bunu da bilemedim ya.
Sonrasında malum, yine yollar görünüyor Ahıska Türklerine. Dedim ya, sanki ana teması göç olan bir filmin kahramanları olmak üzere gelmişler bu dünyaya. Amerika da dahil, dağılıyorlar dört bir köşeye. Çoban Vasif de Türkiye’ye geliyor. Önce Bursa’da inşaatlarda çalışıyor. Derken Balıkesir Edremit Akçay’a düşüyor yolu. “22 yıldır buradayım abla, ben geldiğimde buralarda bu binalar yoktu” diye gülümsüyor. İnşaatlarda çalışırken, Mustafa’yla Ülfetin yanında çobanlık yapmaya başlıyor ve altı yıldır da onlarla beraber. “Bir fotoğraf var mı eskilerden” dediğimde yüzüme acı bir gülümsemeyle baktı. “Abla, can derdi olan fotoğrafı ne yapsın ki” deyince yine utandım. Hani dedim, ne bileyim sonra hiç gitmediniz mi oralara. “Hayır bir daha hiç gitmedim Fergana’ya, bağ bahçe, kap kacak, fotoğraf, üst baş ne varsa hepsi kaldı oralarda. Bir daha da geri dönmek istemiyorum. Ancak şunu da diyeyim sana abla dünyanın hiç bir yerini de benimseyemiyorum. İsterlerse baş tacı etsinler. Beni kendimi her yerde misafir gibi hissediyorum.”
Sustum. Ne demem gerektiğini bilemedim ve öylece bakakaldım. Hani bir şeyi anladığınız, ya da anlamaya çalıştığınız anlarda yaşadığınız sessiz anlaşma misali. Yazarken de durdum, ne yazacağımı bilemedim. Belki siz, belki de hep beraber doldurabiliriz bu bölümü. Çünkü eminim çoğunluğun hayatında filmin bu bölümlerinde kendini bulacağı mutlaka bir göç hikayesi vardır. Hele bir de demez mi “senin bu gazete satmaz abla.” “Neden” diye sorunca “Ee, sen benim fotoğrafımı çekiyorsun ya, şimdi bu tipi gören bu gazeteyi almaz da ondan.” Bak şimdi çoban Vasif aklıma nelerde düşürdün sen. Sahi neden yazmak istedim ki ben senin hikayeni. Dedim ya, bir film izler gibi oldum adı pandemi olan ve sonra sen dahil oldun filme. Adı ne değişmiş ki bu dünyada olan.
Bir de yadıma bir şarkı düşürdün, Rahmetli Cem Karaca’nın: “Kahya Yahya.” Hani der ya şarkıda “Şu İstanbul şehrinden neler ummuşum, ummuşum da sadece yutkunmuşum, sonra bi de araba plakasından fallar tutmuşum.” İşte önce umup, sonra yutkunduğumuz şehirleri hatırlattın bana. Sonra bir umut araba plakasından tuttuğumuz falları da. Yani film perdesinde kocaman pandemi yazsa da bana göre sadece bu bölümün adı oldu pandemi. Bence filmin asıl adı “Ne değişti” yahut “Neden değişmiyor” olmalı. Beni mi sordunuz. Bilmem ki, belki de ben, bu filmde yeteeerr artııkk diye çığlık atmayı beceremeyip, çığlığını kaleme alan kadın rolündeyim. Evet evet, sana döndüm yüzümü sevgili Yaradan. Sen bize güvendin inandın belki ama bence biz beceremiyoruz. Sen şu filme bir el atsan çok yerinde olacak.
İlk yorum yapan olun