HAYAT KİME ADİL

İtalya’dan mektup var 9

Gonca Bilgiç / DieGazete.de / Venedik

Oğlum ile arabadayız. Artık direksiyona o geçiyor, ehliyetini aldı ya. Ne kadar da hevesliler hemencecik büyümeye ve annelerine hizmet etmeye. Şoför koltuğunda oğlumun olmasının keyfini çıkartıyorum alimallah. Camdan etrafa bakıp, köyümüzün güzelliğini içime çekiyorum. Bahar geliyor. Mimoza çiçekleri süsler bizim buraları, baharın geleceğini müjdeler. Mimoza çiçekleri, sizin oraları bilmem ama bizim buralarda 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü sembolize eder. Bunu da İtalya’da ikinci dünya savaşında İtalyan Kadın Birliği üyesi olan 3 kadın, yani Teresa Mattei, Rita Montagnana ve Teresa Noce’ye borçluyuz. Dünya Kadınlar Günü’nün sembolü olarak mimoza çiçeğini seçmişler.

Zaman ne çabuk da geçiyor. Daha dün Korona girdi hayatımıza. Koca bir sene geçmiş ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü gelmiş bile kapıya. 15 sene önce gittim arkadaşlarla kadınlar gününü kutlamaya. Bir kere yetti zaten. İtalya’da nasıl mı kutlanıyor? Güzel ve şık bir mekanda kadınlar toplanıyorlar, birlikte yemek yemeğe, dans etmeye, eğlenmeye gidiyorlar. Erkek yok, kadınlar. Restoranlar tıklım tıklım oluyor. Sanki güzelim kadınlar hayatlarında ilk ve son defa dışarıya çıkma fırsatı yakalamışlar gibi. Restoran sahipleri de kadınları eğlendirebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar, dans, müzik ve mutlaka ve mutlaka erkek striptiz şovlarıyla kadınları özel hissettiriyorlar.

Biraz sohbet etmek geldi içimden oğlumla ve sordum “Oğluşum, nerden çıkmış bu 8 Mart Kadınlar Günü?” Cevap her zaman olduğu gibi “Ah mamma, bana niye soruyorsun?” Kafasını bana doğru çevirdi. Bir an göz göze geldik. “Bunu sen kadın olarak bilmezsen, çok ayıp olur.” demez mi? Hala gözlerim oğlumda, “Hayır oğlum, bunları sen insan olarak, erkek olarak bilmezsen çok ayıp olur.” dedim.

Gülümsedi. İşte o an ne demek istediğimi anladı. “Haklısın mammina. O zaman şöyle söyleyeyim:

Çoook eskiden New York’ta bir tekstil firmasında çalışan kadınlar işveren tarafından sömürüldüklerine inanıyorlar ve haklarını elde etmek için grev yapıyorlar, sloganları da “Ekmek ve gül istiyoruz!” oluyor. Fabrika sahibi ve fabrika şefleri bu kadınları fabrikanın içine kilitliyor. Göya bilinmeyen nedenlerden dolayı da bu tekstil fabrikasında yangın çıkıyor ve bu yangında tam 129 kadın işçi ölüyor. Bu olaylar tam 8 Mart 1857 tarihinde oluyor, mammina. Çok ama çok uzun yıllar sonra, yani Ağustos 1910 tarihinde iki Alman, Clara Zetkin ve Käte Duncker, ikisi de Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri, Danimarka’nın Kopenhag kentine gidiyorlar. Orada Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’na katılıyorlar. İşte bu konferansta bundan böyle her yıl bir “Kadınlar Günü” düzenlenmesini öneriyorlar ve önerileri oybirliğiyle kabul ediliyor. Daha sonrada, mammina mia, 1917 yılında Sovyet Rusya’da kadınlar oy hakkı kazandıktan sonra 8 Mart orada ulusal bayram oluyor. Çok çok daha sonra, yani 1975 senesinde ancak Birleşmiş Milletler tarafından kutlanmaya başlıyor. Ehhh, peki Türkiye bu konuda nasılmış mammicik?“

Topu bana attı. Vay kerata. Bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Gezen ansiklopedi vesselam. Sevdim, çok daha sevdim ben bu evladı. Demek ki boş evlat yetiştirmemişim. İyi, madem topu Türk annesine attı, ben de oğluşumu hayal kırıklığına uğratmayayım, değil mi? Başladım döktürmeye: “Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün ilk adımlarını 1921 yılında iki komünist kız kardeş, Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova, attı. İşte bu tarihten itibaren 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Türkiye’de de kutlanır. Sonra “Oğlum, sence etrafımızdaki hangi kadınları beğeniyorsun ve takdir ediyorsun? Ve neden?” diye sordum. Şöyle bir düşündü. “En çok takdir ettiğim ve beğendiğim kadın sensin, mammina mia” – gülümsedim, seni gidi yağcı seni diye de içimden geçirdim. Ardından sözlerine devam etti: “Senden sonra Maria’yı çok takdir ediyorum anne. Çünkü Maria hayatımda tanıdığım en çalışkan, en insancıl, en yardımsever ve gönlü tok insandır. Sanki biraz Rahibe Theresa’yı andırıyor Maria. Öyle değil mi mammina? Sonra Agnese, sonra Irene derim. Çünkü o kadar zorluklara rağmen dimdik ayaktalar.” Oğlumun bu söylediklerine şaşırmadım değil. Demek gençler ne kadar belli etmeseler de, her şeyin farkındalar. Oğlumun saydığı bu kadınların her biri benim hayatımda iz bırakmıştır. Hayatıma can katmıştır. Peki, kimdir bu kadınlar? Buyurun, sizlerle tanıştırayım.

Maria Del Carmen Ruiz:

Maria Del Carmen Ruiz 20.06.58 doğumlu. Ben 20 senedir İtalya’dayım ve kendisi 15 senedir arkadaşım. Beraber güldük, beraber eğlendik, ağladık, üzüldük, sevindik. Bu 15 seneye neler sığdırmadık ki. Madrid, Barcelona, sergiler, müzeler, neler de neler. Ekvador’da doğmuş Maria. Annesini babasını tanımamış. Uzak bir akrabaya verilmiş evlatlık olarak ve orada karın tokluğuna ev işleri yapmış. Çocuk yaşında çalışmış da çalışmış. Ekvador’da çok ağır şartlar altında çocukluğunu geçirmiş. Başına gelmeyen kalmamış. Hayat İtalya’ya getirmiş kendisini. İtalya’da Ekvadorlu bir kadının restoranında mutfakta çalışmaya başlamış ve burada da Adriano Perin adında genç, temiz, sessiz, çekingen biri ile evlenmiş bundan taaa otuz sene önce.

Adriano’nun, Maria ile ikinci evliliği, ilkinden de Silvia adında bir kızı var. Genç karı koca ilk kavgasını yapınca, koca sinir anında elini kaldırmış, vurup vurmamakta kararsız, genç ailenin ilk iktidar temeli atılacak. Evet işte tam o anda Maria burnunu kocasının burnuna yaklaştırıp şöyle demiş: “Bana ilk vurduğun an, kendini ölü bil!” Bu cümleden sonra herkes haddini bilmiş ve rollerine sahip çıkmış. Adriano hiç bir zaman bir daha elini kaldırmamış. Üç evlatları oluyor. İki oğlan ve bir kız. Üçünü de okuttular, meslek sahibi yaptılar.

Oğlanlar birbirinden yakışıklı oldu ve kızı da güzellik yarışmasına katılsa kesin derece alır.

Maria’nın çok nazik bir gönlü vardır. İnsanların üzülmesine hiç gönlü razı olmaz. Son ekmeğini, aç kalacağını bilse de, kendi yemez yedirir. Haksızlığa dayanamaz. Maria’nın evinde her zaman yemek pişer. Sabah altıda kalkar mutfağa girer ve saatlerce uğraşır. Yemeğini hazırlar ve sonra işe gider. Her öğlen, her akşam evleri ana baba günüdür. Çocukların arkadaşları, aile dostları eksik olmaz Maria’nın sofrasından.

Günü gerçekten sabah 6’da başlar Maria’nın. Yemeği, bulaşığı, ütüsü, temizliği derken gece bire kadar çalışır Maria. Hafta sonları da gezmeye, eğlenmeye, dans etmeye gitmese de olmaz. Yorgun olsa bile. Müzeler, sergiler etkinlikler ondan sorulur. “Eğlenmesem olmaz!” der. “Eğlenmek bana hayat veriyor, güç veriyor, enerji katıyor!” der.

maria IMG-20210306-WA0004

Bundan bir sene önce işinden ayrıldı. Adriano’nun sağlık durumu bayağı kötü olmuştu. Parkinson hastalığı aileyi bayağı yıprattı. Maria işini bırakmak zorunda kaldı ve kocasına evde baktı. Etraftan çok ısrar ettiler, Maria, gel huzur evine yerleştirelim diye. “Kesinlikle olmaz!” dedi. Adriano’nun yeri evidir. Adriano’nun durumu kötüleşti ve 6 ay hastanede yatmak zorunda kaldı. Geçen ay da hayatının kaybetti. Cenazesi Koronavirüs’ten dolayı küçük çapta bir cenaze töreniyle maskeli şekilde kaldırıldı. Ardından cenazede bulunan bizler hep birlikte Maria’ya gittik, Adriano’nun ilk eşinden olan kızı Silvia masaya oturdu, babasının ve Maria’nın evlilik albümüne bakmak istedi. Orada gözü yaşlı olarak bir anısını anlattı Silvia: “Ben babamı senede bir kere görürdüm. Bir gittiğimde, 20 yaşındayım, çaldım kapının zilini, kapıyı bir kadın açtı. İşte orada bir saniye içerisinde beynim kilometreler aldı. Acaba benden bahsetti mi babam hayatına giren bu kadına? Acaba beni nasıl karşılayacak babamın yeni eşi? Kızıyım desem mi? Ya benden bahsetmediyse? Ben böyle düşünürken karşımdaki, kapıyı açan kadın, yani Maria;  “Oyyyyyyy sen Silvia olmalısın, bana çocuk demişlerdi. Ne çocuğu? Sen genç kadın olmuşsun!” diye neredeyse bağırarak konuşuyordu. Beni kolumdan içeri aldı, kapıyı kapadı. “Ne kadar güzelsin!” dedi ve anında kendimi Maria’nın kolları arasında buldum.”

İşte Maria böyle bir kadındır. Sevgi doludur. Kimseyi incitmez. Hayat o kadar zor olmasına rağmen, İnsanları, kediyi, köpeği, çiçeği, böceği, taşı, toprağı sever. Ve korur. Hayat felsefesi: Yiyeceğim, içeceğim, eğleneceğim ve öldüğümde kesinlikle mutlu öleceğim.

Agnese Barbiero    

Agnese, 57 yaşında, 26 yaşında bir kız ve 22 yaşlarında ikiz erkek çocuk annesi bir hemşire. Bundan 13 sene önce oğlum ikizlerle arkadaşlık kurunca, “Anne, mutlaka ikizlerin annesi ile tanışman lazım. Hiç bizim köyün kadınları gibi değil!” diyerek ısrar ediyordu. Ve böylece Agnese ve ailesini bir cumartesi akşam yemeğine evimize çağırdık. Tanıştık. İyi ki de tanıştık. Türk yemeklerini, bilhassa ikizler çok sevdi. Bu hayat ve sevgi dolu ikizler sık sık “Ya Gonca, Türk yemeklerini çok özledik, yapsan da yesek!” diyerek varlıkları ile soframızı şenlendirmişlerdi.

Dönelim Agnese’ye.

Agnese, kocası ve çocukları ile aynı çatı altında yaşıyor fakat kocası ile aynı yatağı paylaşmasına rağmen senelerden beri hissen boşanmışlar. Agnese basit bir ailede doğmuş, bir ağabeyi var. Kendisi gözleri şaşı olduğundan dolayı sürekli arkadaşları tarafından alay konusu olmuş ve öğretmenleri tarafından da biraz yabana atılmış. Ortaokulda öğretmenin birisi Agnese’yi fark etmiş, sahip çıkmış ve de bayağı yönlendirmiş, gözlerini tedavi ettirmiş, Agnese’nin kendisine inanmasını sağlamış, yeni ufuklar açmış ve çok okuyup bir meslek sahibi olması için çaba gösterirse olur diye inandırmış. Yeter ki sen iste demiş. İsterse ve çaba gösterirse, her istediğini yapabileceğine inandırmış. Bizim Agnese uğraşmış uğraşmış ve hemşire çıkmış. Zamanında arkadaşları ile gezmeye çıktığında, arkadaş grubundaki gencin biri Agnese’ye kur yapınca, sevinmiş. Aşk nedir ki? Öyle bir şeyin varlığını bile tatmamış. Evlenmişler. Çocukları olmuş. Kızı beş yaşındayken ikizleri doğmuş. Aslında Agnese evin hem erkeği, hem kadını olmuş, Hem annesi, hem babası olmuş. Kocası mı? Kocası.. Kendi dünyasında, ha var, ha yok!

Agnese bazı şeylerin düz gitmediğini fark edince, git gide hissen kocasından kopmuş. Etrafindaki insanlardan “aile” anlamının farklı olduğunu görünce, aile babalarının ne kadar emek verdiklerini de görünce, kadınların da mutlu olabileceklerini görünce, kendisini sorgulamaya başlamış. Fakat en çok sevdiği arkadaşı kansere yakalanınca, ölümün ucundan dönünce, hayat çok kısa, bugün varız, yarın yokuz diyerek kolları sıvamış ve kendi yolunu çizmeye karar vermiş. Kendini geliştirmeye başlamış. Kitaplar okuyarak başlamış yeni hayatına. Kendini geliştirecek kurslara gitmiş Arkadaşlıklarına sımsıkı sarılmış.

Kocası evde kendi dünyasında kalakalsın, hayatının tadını çıkartmaya ant içmiş. Paraşütten atlamalar, su üzerinde kayak yapmalar, her sene dünyanın bir köşesinde tatil yapmalar ve neler neler. İkizler meslek lisesinden sonra bir seneliğine Avusturalya’ya gittiler.

Agnese de geçen yaz bir aylığına çocukluk arkadaşı ile Avustralya yaptı. Helal olsun Agnese.

Hayat felsefesi: İstersen başarırsın!

İrene

İrene ile, çok sevdiğim ressam arkadaşımın sergisinde bundan seneler önce tanıştım. Sanat aşkı arkadaşlığımızın başlangıcı oldu. İrene 1970’te Venedik’ten 8 km uzaklıkta bulunan Mestre şehrinde varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Hiçbir şeyi eksik olmayan mutlu bir çocukluk geçiriyor. 7 yaşındayken ailesi Marghera şehrinden Mira’ya bağlı küçük bir köye taşınıyor. Her konuda bolluk içinde yaşarken, manevi yoksulluk başlıyor İrene için. Alıştığı ortamı, arkadaşlarını kaybediyor.

Böylece büyüyor. Venedik’te “liceo artistico”dan, yani sanat lisesinden mezun oluyor. Babasının şirketinde çalışan Massimo adındaki bir genç ile tanışıyor. Hamile olduğunu anladığında 1993 tarihinde Massimo ile evlenmek zorunda kalıyor. Zira dinlerine çok düşkün olan Katolik ailesinin namuslarına leke getirmek istemiyor. Üniversitede mimarlık bölümünden kaydını geri çekiyor ve kariyer yerine aile kurmayı tercih ediyor. 23 yaşında anne oluyor. İlk oğlu Mattia doğduktan 21 ay sonra ikinci oğlu Francesco dünyaya geliyor ve gençliği orada sona eriyor. Mimar olma hayalleri içini kemiriyor.

İki çocukla okumak da ne demek? Fakat Treviso’da 3 yıl boyunca iki restoratörün asistanı olarak çalışıyor. İşte bu dönemlerde kendini çok iyi hissettiğini hep söyler. Sonra babası şirketin başına geçmesini istiyor ve aile şirketinin yönetimini eline alıyor.

Kocası Massimo çok kapalı ve baskın bir karaktere sahip olduğundan 30 yıllık evliliklerinde sosyal hayatları neredeyse hiç olmuyor. Kendisi de çok uysal olduğundan dolayı her şeye boyun eğiyor ve kocasının arkasına saklana saklana neredeyse görünmez hale geliyor. Evde kocası Massimo ve çocukları Mattia ve Francesco’nun hizmetçisi olduğunu fark ediyor.

2015 yılında İrene’ye meme kanseri teşhisi konuyor. Tedavi sürecinde şöyle bir hayatını, yaşadıklarını, geçmişini gözden geçiriyor. Düşünüyor. Hatta kocasını gerçekten sevip sevmediğini soruyor kendisine. En önemlisi de yaşadığı hayat gerçekten yaşamak istediği hayat mı diye soruyor. İçinden kocaman bir HAYIR cevabı çıkıyor. “Yaşamak istediğim hayat bu değil!” diyor. “Bu şekilde bağımlı bir hayat yaşamak istemiyorum!” diyor. “Ne istediğime, ne istemediğime, ne yapacağıma kendim karar vermek istiyorum!” diyor. Terk ediyor yaşadığı evi, kocasını, çok sevdiği köpeğini ve hatta çocukları bile kelimenin tam anlamıyla terk ediyor. Kocası da kısa zaman sonra tekrar evleniyor.

Irene küçük bir daireye taşınıyor. Maddi ve manevi zorluklar İrene’yi bekliyor. Hayatımı yaşayacağım derken kendisini yapayalnız buluyor. 30 yıl boyunca kurduğu hayallerini, hayalini kurduğu seyahatlerini gerçekleştiremiyor. Çocuklarına karşı hissettiği suçluluk duygusu ve evini terk ettiği için duyduğu pişmanlık duygusu, elini kolunu bağlıyor. Irene’nin 47 yıllık hayatında inşa ettiği tek şey, o hayaller. Pişmanlık İrene’yi mahvediyor. Her sabah uyandığında vicdanının üzerinde koskoca ve çok ağır bir tuğla taşı ile uyanıyor. Çocuklarını düşünmekten başka bir şey yapamıyor, fethettiği özgürlüğün tadını bir türlü çıkaramıyor. Hani hapishanede hayatınız geçer ve birden serbest bırakılırsınız ya, hani kendinizi tanımadığınız bir dünyada kaybolmuş hissedersiniz ya, işte öyle bir duygu yaşıyor İrene.

Yapayalnız. Ailesiz. Arkadaşsız. Çünkü evliliğinde kocasının yaşama tarzına arkadaşlıklar sığmamıştı ve dostluklara yer yoktu. Dolayısıyla dostluklar da geliştirememişlerdi. Evliliği süresinde, kocasına görünür olmak, ondan tasdiklenmek için spor yapıyordu, yani koşuyordu. Bu süreçte tekrar koşmaya başlıyor İrene. Hatta “yeni doğuşunu” maratona katılarak kutluyor. Resim kursuna başlıyor ve bu iki şey merhem gibi geliyor o yaralanmış yüreğine. Resim yaparken renklerle nefes aldığını hissediyor.

Ve nihayet, sonunda kendisine bir ev satın alıyor. Yeniden hayallerinin peşinden koşuyor ve gerçeğe dönüştürüyor. Pişmanlıkla yaşadığı tüm sorunları çözmedi daha. Fakat tekrar hastalanma korkusu her zaman var olmasına rağmen kazandığı özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışıyor.

Spor, resim ve 4 yıldır yaptığı psikoterapi sayesinde hayatına suçluluk duygusu olmadan, hayal ettiği gibi yaşamasını sağlıyor. Bu süre içerisinde evlatlarının gönlünü kazanmak için elinden geleni yapıyor. İki evladı ile inanılmaz güzel, içten, sağlıklı, güven dolu ilişkisinin olmasını başarıyor. Hayat felsefesi: Pes etme!

Sen her zaman başarılı ol, sevgili İrene!

Gegia Pileri

Gegia ile sanat dünyasında tanıştım. Anında sevdik birbirimizi. Gözlerimiz gözlerimize bakarken gönlümüzde çiçekler açtı, bedenimize umutlarımıza ve hayallerimize kelebekler kondu. İkimiz de kelebekler kadar hafif, çiçekler kadar renkli hissettik kendimizi. İkimiz de, kadınlar bir araya gelince başaramayacakları hiç bir şeyin olmadığına ve dokunduğu yeri çiçek bahçesine çevirebileceğine inanıyorduk.  Birlikte çalışmalar yaptık. Ortak sergimizde resimlerinizi görücüye çıkardık. “Sen çiçeksin, ben kelebek!” dedik birbirimize. Ve resmini yaptık.

Gegia 1964 yılında mütevazı bir ailenin üçüncü ve son kızı olarak Venedik yakınlarındaki Mirano’da dünyaya geliyor.  Babası fabrika işçisi, annesi ise ev kadını. Annesinden bahsettiğinde “Benim annem para sihirbazıydı!” der. Kocasının minicik maaşı ile aileyi geçindiren, hiçbir şeyi eksik ettirmeyen bir anne. Yani azı çok yapan, hayatı boyunca kendisini aileye feda eden, sabahtan akşama kadar ailesi için çalışan bir anne imiş. Gegia ise her zaman evin kara kedisi olmuş. Öyle hissettirmişler. Kendini bildi bileli evde hep yanlış ve yetersiz hissetmiş. Çünkü resim yapmayı, dikiş dikmeyi, yaratıcı olmayı çok seviyormuş. Venedik’te sanat lisesinden yani “Liceo artistico”dan mezun olmuş.

Her zaman yaratma ihtiyacı duymuş, her zaman hayal gücü kendisini bulutların üzerinde uçurmuş. Biraz ailesinin baskısı yüzünden, biraz da toplumun baskısı yüzünden hayatında bazı yanlış seçimler yapmış. Fakat tüm benliği ile aşık olmuş yakışıklı Fabio’ya. Evlenmişler. Fabio, disiplinli, çalışkan, titiz, çok düzenli bir genç ve her yönüne aşık olmuş Gegia. Her şeyini sevmiş Fabio’sunun ve bu aşktan hayatının en güzel mucizesi, kızı doğmuş. Fakat zamanla bu ilişki sevgiden gözyaşlarına dönmüş. Kocasının en sevdiği özellikleri kabusa dönüşmüş. Fabio gitgide detaycı, kontrolcü, hoşgörüsüz, her soluğundan şiddet akan bir erkeğe dönüşmüş. Gegia ise gün ve gün huzursuz, mutsuz olmuş, özgürlük arzusu ile yanmış tutuşmuş.

Gitgide nefessiz kalmış. Kendisi için, kızı için doğru seçimi yapmaya cüret etmiş. Yuvasını yıkmış, kocasından ayrılmış. Kızını da alıp ana ocağına dönmüş. Çok acı çekmiş. Kapkaranlık yollarda yürümeye başlamış. Dibe batmış. Işıksız, nefessiz kalmış. Kızının gülüşleri kendine getirmiş Gegia’yı. Silkinmiş. Ayaklanmış. İlk kez bir dişi aslan gibi kendisi olmak için savaşmış ve o zamandan beri her şeyi, hayatı, insanları, hayatın zorluklarını bile sevmiş.

Hayata adımlarını sağlam atmaya başlamış. Fakat buna kızının varlığı, kızının dünyaya saçtığı ışık yardım etmiş. Özgürlüğü en büyük hazinesi olmuş. Kızı dünyasını aydınlatmış ve kızının desteği ile motosiklet ehliyeti almış. Sonra da, motosikletle ana direksiyonda, kızı arkada, anasına sımsıkı sarılıp, yeni şehirlerin keşfine çıkıp her fırsatta özgürlüğün tadını tam anlamıyla çıkartmaya başlamışlar. Yetersizlik hissini ebediyen gömmüş, kendisini anlamak için, kendisini sevmek için, kendi doğrularına yol açmak için çalışmış. Ve başarmış.

Çok da iyi yapmış.

Hayat felsefesi: Carpe Diem. Gününü gün et, anın tadını çıkart!

Hayat kime adil oldu? Ben diyen, parmak kaldırsın! Parmaklar pek kalkacak gibi gelmiyor bana.

Hayat hepimize zor.

Fakat pes etmeden, gülümsememizi eksik etmeden, yolumuzu şaşırmadan kendimizi severek yol alalım bu hayat yolculuğunda. 8 Mart kadınlar günümüz kutlu olsun. Sevgiyle kalalım.

Her şey güzel olacak! / Andrà tutto bene!

24 Comments

    • İstedikten sonra yaşam hiçbir şeye başlamak için geç değil, tüm kadınların yetenek ve mutluluklarını gösterebileceği nice 8 martlara 🌹

  1. Başka bir coğrafyanın güçlü kadınlarının hayat hikayelerini okumak iyi geldi. Teşekkürler

  2. Süper.. Arkadaşlarınıza bayıldım. Size zaten hayranım sevgili Gonca ❤️💕

  3. Sevgili Gonca hanım bende yanınızda yer almak isterim satırlarınızı okudukça kendimde yapmak isteyipte yapamadıklarımı gizlediğim içsel yolculukları farkettim ve içim acıdı hepiniz çok gençsiniz bana göre ben artık 60 ları ve üzerini yaşıyorum ve geç kaldığımı hissediyorum size ve arkadaşlarınıza mutlu yaşamlar diliyorum hafızalarınızda bana da yer verir arada bir hatırlarsanız sevinirim hepinizi sevdim hoşçakalın

  4. nasıl güzel anlatmışsınız bir bitki de kaç hayatı empati kuşatarak okudum sanki hepsi ile kanka oldum güzel arkadaşlarına çok çok sevgiler gönderiyorum sizde yazmaya devam edin sevgiler

  5. Butun kadinlara kucak dolusu sevgilerimi gonderiyorum.Gulen yuzleriniz hic solmasin.Hepinize saglik ve huzurlu gunler dilerim.Gonca hanima da binlerce tesekkurler.

  6. Harika bir yazi.Butun kadinlara selam olsun.Gonca hanima tesekkurler.

  7. Harikasınız yazılarınızı çokkkk beğenerek okuyorum kaleminize yüreğinize sağlık

  8. “Bunu sen kadın olarak bilmezsen, çok ayıp olur.” demez mi? Hala gözlerim oğlumda, “Hayır oğlum, bunları sen insan olarak, erkek olarak bilmezsen çok ayıp olur.” dedim. 👏👏👏😘👍

  9. zevkle okudum bu güçlü kadınların hikayesini Gonca kalemine ve yüreğine sağlık…

  10. Kaleminize, yüreğinize sağlık. Dostça, dostlukla, çokca sağlıkla kalın, çokkk sevdiğim Venedikten duyduğum güzel ses..

  11. Bu güzel kadınları kalplerinden öpüyorum cesaretleri için,yaşam cesurları kutlar…

  12. Hayatıma yeni bir bakış açısı getirdiniz..Bildigim bir şeyi sanki yeniden keşfettim.. Harika alkislanisi yaşam öyküleri.. Selam olsun yeniden doğan güçlü kadınlara..

  13. Sevgili Gonca hanım ve dört güçlü arkadaşının onun kaleminden hikayeleri.Kadınlar güçlerini fark ettiklerinde başaramıyacakları iş yok. Tüm kadınlara sevgiler

  14. Gonca sen ne güzel bir kadınsın. Çok güzel yazmışsın. Bazen çok üzüldüm bazen gülümsedim bazen çok umutlandım. Dünyada hala çok güzel insanlar var ve yaşamaya değer 💐

  15. Gonca Hanım; her zamanki gibi içten, akıcı, samimi anlatımınız ile hayat hikayelerini satırlara dökmüşsünüz.Güçlü, ne istediğini bilen kadınlara hayranım.Kaleminize ve emeğinize sağlık.Siz hep yazın.Sevgiler

  16. Dünya güçlü kadınların mücadelesi ile daha güzel olacak, Dünya kadınlarına selam olsun

  17. Sevgili Gonca öyle güzel anlatınızki 4 ayrı hayatı kaleminize yüreğinize sağlık

  18. Okudum.Sizi kutluyorum. Tüm kadınlarımızın günü kutlu olsun.Daha özgür bir geleceğe..sevgilerimle..♥️💐🌺🙏

  19. Harika bir yazı, ne kadar içten anlatmışsın arkadaşlarını. Hepinize sevgiler, emekçi kadınlar gününüz kutlu olsun.

Aysel için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*