LA FENİCE ya da ZÜMRÜDÜ ANKA

İtalya’dan mektup var

Gonca Bilgiç / DieGazete.de / Venedik

Geçen hafta Venedik’te birkaç arkadaş ile buluştum, birlikte Splendid Suisse Otel’in muhteşem terasında bir şeyler içtik. Ellerimizde şaraplarımız Venedik’in manzarası gözlerimizin önünde güzel güzel sohbetler ettik. Yemek vakti gelince de otelin restoranı “le maschere”de  balık yedik. Laf lafı açtı. Sonunda söz Venedik’in ve hatta İtalya’nın en önemli konser ve tiyatro salonuna geldi: La Fenice.

Her zaman gitmek istemişimdir. Fakat bir türlü bugüne kadar nasip olmamıştı. İşte tam o anda Antonio Fabris demez mi, “Peki o zaman, cuma günü birlikte gidiyoruz. Bende iki tane bilet var. Vivaldi’yi dinleriz.” İşte o an içimden yuppiiii diye havaya fırlamak geldi. Fakat hoş bir elbise giymiş bir hanımefendi olarak tabii ki ne bağırdım, ne de fırladım oturduğum sandalyemden. Bayılırım böyle tekliflere.

Bizim Antonio Fabris bir yazar, emekli profesör ve Türkiye sevdalısı. Venedik Üniversitesi Ca’Foscari’de Osmanlı ve Türk Tarihi Profesörü ve Türk Tarih Kurumu Şeref Üyelerinden rahmetli Prof. Dr. Maria Pia Pedani’nin de eşi.

Sevgili Antonio Fabris’i çok sevdiğim arkadaşım tarih uzmanı Dr. Serap Mumcu sayesinde tanıdım. Bu arada Venedik, Serap Mumcu’dan sorulur, efsane makaleleri vardır. Venedik hakkında merak ettiklerinizi Serap Mumcu’nun kaleminden okuyabilirsiniz, örneğin gondolların neden siyah olduğunu aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.

Foto: © Münir Bağrıaçık

Neyse dönelim bize. Dedikodulara göre de Antonio çok güzel Türk yemekleri yaparmış. Antonio’nun bu marifetlerine daha şahit olmadım. Sevgili Antonio, buradan lafım sana, ne zaman yemeklerini yeme fırsatım olacak? Ne zaman davet edeceksin beni?

Akşam yemeğinde şarap içmeye bayıldığım için araba ile değil de, trenle gelmiştim Venedik’e. Yemek biter bitmez koşa koşa son trene yetişmeye çalıştım. Fakat burnumun ucunda olmasına rağmen, beni almadan kaçtı gitti. Neyse ki otobüsler vardı. Ve neyse ki hala La Fenice’ye gideceğim için heyecanlıydım. Hiç oralı bile olmadım.

Fenice Tiyatrosu yani kısacası La Fenice, dediğim gibi Venedik’in, hatta İtalya’nın en önemli opera evlerinden biridir. İsmi Feniks kuşundan gelmektedir. Yani Zümrüdü Anka kuşu. Hani şu ölümünden sonra, kendi küllerinden yeniden doğan kuş efsanesi ile bilinen mitolojik hikayede yer alan Feniks kuşu.

Ve La Fenice’nin de kaderi tıpkı bu mistik kuş gibi. İlk defa 1792’de açıldıktan sonra Fenice Tiyatrosu’nda yangın çıkıyor ve yangınla birlikte kül olup yerle bir oluyor. Talihsiz tiyatromuz bununla da kalmıyor ve 1832 senesinde tekrar yangın çıkıyor.  Bu yangınla tiyatro binası tümüyle yanıyor ve harabeye dönüyor. Eski şekline sadık kalınarak mimarlar “Gaimbattista” ve “Tomasso Maduna” ile iç dekorasyoncu “Tranquilo Orsi” tarafından deyim yerindeyse yeni baştan inşa ediliyor.

29 Ocak 1996 tarihinde restorasyon çalışmaları sırasında, yeniden yangın çıkıyor ve yeniden kül oluyor. Venedik eyalet ve şehir yerel idareleri, İtalyan merkezi hükümeti ile UNESCO’nun da mali desteğiyle 8 yıl süren bir çalışmayla, 60 milyon Avro harcanarak üçüncü defa Fenice Tiyatrosu eski cephesini kaybetmeden yeniden yapılıyor.

Kasım 2004’te nihayet bitiyor çalışmalar ve “La Traviata” eserinin temsili ile yeniden açılıyor. “La Traviata” derken www.avsglobalsupply.com’da çalışan Sezer Sami Akçayır beyi sevgiyle anımsadım. La Fenice, İtalyan ve Avrupa kültüründe çok ün kazanarak opera eserleri, tiyatro oyunları, baleler ve klasik müzik konserleri için Venedik’in baş tiyatro binası oluyor.  Büyük İtalyan opera bestecisi Giuseppe Verdi’nin  “Hernani”, “Atilla”, “Rigoletto”, “La Traviata” ve “Simon Boccanegra” operalarının prömiyerleri de bu opera evinde gerçekleşiyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Fenice Tiyatrosu İtalyan operasının baş opera evlerinden biri olmaya devam ediyor. Modernist Igor Stravinski, Benjamin Britten ve Sergey Prokofief’in opera eserlerinin prömiyerleri de bu tiyatroda yapılıyor.

Konser günü nihayet geldi. Bu güzel cuma günü de trenle geldim Venedik’e. Sevgiliyle buluşur gibi heyecanlıydım. Rialto köprüsünde Antonio ile buluştuk ve birlikte İtalyanların çok sevdiği ve buralarda çok yaygın olan aperitivo içmeye geçtik. Ve ardından tiyatroya doğru yürümeye başladık.

Tiyatronun önüne küçük bir orkestra koymuşlar ve Vivaldi’den güzel bir parçayı çalmaya başladılar. İnsanlar toplanmaya başladı. Şöyle bir baktım etrafıma. Sanat nasıl güzel bir şey ki, insanların yüz mimiklerini bile değiştiriyor. Yumuşacık yapıyor. İnsanın ruhuna giriyor ve gözlerini parlatıyordu. İşte o an benim de içim pırpır olmaya, kalbim heyecanla atmaya başladı. Hani aşık olursun ya, hani elin ayağın tutulur ya, hani nefesin kesilir ya, işte öyle oldum ben de.  Eser bittikten sonra maskelerimizi takarak tiyatro salonuna girmek için sabırsızca sıraya girdik. Yani aslında ben sabırsızdım. Girişte görevliler tarafından ateşimiz ölçüldü ve ardından yerlerimiz gösterildi. Tanrım, bir konser salonu bu kadar mi muhteşem olur? O an sanki küçücük bir Gonca oluverdim. Yok, olmadı. O an, Alice oldum ve harikalar diyarındaydım.

Lütfen, eğer imkanınız varsa gelin, görün. Benim yaşadığım duyguları sizler de yaşayın. Hayat çok kısa. Ve Venedik o kadar da uzak değil. Sizler de birer Alice olun. Sizler de bu güzel tiyatro salonunda harikalar diyarındaymış gibi mutluluğu tadın.

Nihayet birkaç resim çekebildim. Ve nihayet başta orkestra şefi Marco Paladin olmak üzere orkestra geldi. Ellerinde müzik aletleri, notaları veeee maskeleri ile sahneyi aldılar. Yok hayır, maskeli biçimde çalmadılar, maskeleri nota aletine taktılar. Ve nihayet konser başladı.

Vivaldi. Bir buçuk saat boyunca bambaşka bir dünyadaydım. Aslında dünyada değildim. Bambaşka bir gezegendeydim. Tekrar nefesim kesildi. Hiç beyninizin durduğuna şahit oldunuz mu? Ben işte o gün oldum. Beynim durdu. Ruhum ve bedenim sanki Antalya’nın Düden Şelalesi’nden akan su oldu. Hakikaten sanat mutlu ediyor insanı yaaaaa.

Bence böyle etkinlikler çocuklarımıza daha yuvada, ilkokul, ortaokul, hatta lisede mecburi ve bedava sunulması gerek. Bence sanat dersi mecburi olması gerek. Bu dersleri tiyatrolara, konserlere giderek ve sergileri gezerek değerlendirmek zorunlu olmalı. Ama neredeeeee, beni dinleyen kiiiimmmm. Bence, sanat, müzik ve spor ile ilgilenen bir insan, ön yargıdan, şiddetten hatta tüm kötülüklerden uzak oluyor.

Ben küçükken ve Berlin Kreuzberg’te yaşarken, Doğu Almanya’nın televizyonunu çok izlerdik. Erich Honecker’in DDR televizyonunda biz çocuklar için eğlenceli ve eğitici  programlar sunulurdu. Bir de sürekli spor yarışma programları sunarlardı. Cumartesi günlerini de dört gözle beklerdim. Çünkü ‘Ein Kessel Buntes’ programında ‘Deutsches Fernsehbalett’ göz kamaştırıcı şovlarını sunardı. Ayrıca her kış bıkmadan Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu buz patencisi ve büyük idolüm olan Katarina Witt’i ve buz paten yarışmalarını izlerdim. Bale ve atletizm programlarını da hiç kaçırmazdım. Evde kimse olmadığı zaman yatak odamıza gider dolaptaki tül perdeleri çıkartır ve ayaklarıma bale ayakkabısı gibi sarardım. Ayak parmak uçlarımın üzerinde primaballerina gibi durmaya çalışırdım ve kendimi bale prensesi gibi hissederdim. Çocuk kafamda nereden duyduysam artık kendi kendime ‘hadi Gonca… Bir, iki, üç battement fondu… Olmadı bir daha.

Foto: © Münir Bağrıaçık

Aferin Gonca, haydi şimdi de ‘Battement tendu… jete Battement fondu’… diye diye fırıl fırıl dönerdim odanın içinde. Artık zorlanmadan spagat yapabiliyordum. Hatta takla bile atıyordum. Muhtemelen ilkokul öğretmenim Bayan Daumann’ın beni zaman zaman çocukları ile birlikte Deutsche Oper’e götürmesinin de baleye olan hayranlığıma büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Hayata farklı bir pencereden izlememe ve yaşamanın çok güzel olabileceğine inandırdığını düşünüyorum.

Foto: © Münir Bağrıaçık

Kız kardeşim çok çekmiştir benden. Çünkü sürekli ve disiplinli bir şekilde antreman yaptırırdım kendisine. Spagat olsun, takla atma olsun. Omuzumda dimdik durmayı bile öğretmeye çalışırdım. Bayağı da başarılı sayılırdık ki bir gün omuzuma çıkartmışım kardeşimi. İkimiz de dimdik ve kollarımızı zarif bir şekilde uzatmışız ve yürüyoruz yatak odamızda. Ben tam havama girmişken, gümmmm diye kız kardeşim yerle bir oldu. O yaşa kadar ağlamayan kız, artık can acısından susmak bilmiyordu. Ah bacım ahhh, az çekmedin ablandan. Böylece buz paten kraliçe ve prima ballerina olma hayallerim de suya düşmüş oldu. Fakat İtalya’da 40 yaşımda buz paten kursu yaptığımı da söylemeden geçemeyeceğim. Analı oğullu bir kış boyu gittik kursa. Madem bir Katarina Witt olamadım, hiç olmazsa buzun üzerinde fırıl fırıl dönebilmek istedim. Keşkelerim olmasın diye.

Foto: © Münir Bağrıaçık

Neyse, harika konserden sonra bu güzel akşam “Ombra del Leone” restoranda bedenimizi mutlu etmek için lezzetli bir akşam yemeği ziyafeti çektik. Yediğimiz yemeğin tadı ise doyumsuz güzellikteydi. İtalyanların da köyümün ve Türkiyemizin bazı bölgelerinde olduğu gibi kabak çiçeğini tükettiğini biliyor muydunuz? Kabak çiçeğinden neler pişirmiyorlar ki? Dolmasını mı yapmıyorlar, haşlanmış, kızartılmış her türlü varyasyonunu mu yapmıyorlar? Siparişleri Antonio üstlendi ve kabak çiçeğinden dolma ısmarladı bana. Kabak çiçeğinin içini morina balığı ezmesi ile doldurmuşlar ve bunu da yağda kızartmışlar. Dışı kıtır kıtır, içi sıcacık ve kremalı. Tadı şarapla birlikte enfesti doğrusu. Anlayacağınız bizler gibi İtalyanlar da, o narin kabak çiçeğini yemeklerinde tüm güzelliğiyle kullanıyorlar. Peki Antonio kendisine ne ısmarladı diye sorarsanız, cevap veremeyeceğim. Antonio kendi yemeklerinden de tattırmasına rağmen hatırlamıyorum bile. İşte o kadar kabak çiçeği dolması aklımı başımdan almış.

Yazıyı kapatmadan önce yaşadığım bir anekdotumu ekleyeyim. Geçen sene Berlin’e gelişimde Schönefeld havalimanına iner inmez, S-Bahn’a atlayıp doğru Charlottenburg’daki Museum Berggrün’e gittim. Çünkü Picasso’un en nadide 120 eserini sergiliyorlardı. Bazı bazı böyle ruh açlığımı gidermek için havalimanından doğru bir sergiye gider, sonra gönül açlığımı gidermek için de aileme geçerim. Böyle sergiler beni çok heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor. İşte bu heyecanla girdim müzeye. Muhteşem bir sergi.

Ben kendimden geçmiş bir halde rahmetli Picasso’un eserlerine dalmışken vakti, hatta nerede olduğumu bile unutmuşum. Resimlere bir metre mesafeye kadar ulaşılıyor. Sonra kırmızı bir çizgi var ve o çizginin geçilmemesi gerekiyor. Fakaaaaat, en sevdiğim resmin önündeyim. Koskoca odada benden başka kimse yok. Ben. Resim. Ve duvardaki kameralar. Ve ben bu resme dokunmasam, okşamazsam ayaklarım adımlarını atmayacak. Mıhlandım kaldım, olduğum yerde. Ellerim, parmaklarım resme dokunmak istiyor.

Bir göz attım kameralara. “Amaaaannnn, ne olacaksa olsun. İnceldiği yerden kopsun. Gerekirse atsınlar hapse. Her şeye değer be” dedim kendi kendime ve her şeyi göze alarak resme yaklaşıp adeta okşarcasına dokundum. Dokunmamla müthiş bir elektriklenme yaşadım. İşte tam da o an Nazım Hikmet’in, “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusuna, canı gönülden “EVET” dedim.

Şimdi de evet diyorum. Yaşadığım o kısacık anın hissettirdikleri olağanüstü ve kelimelerle anlatılmaz bir duyguydu. Bendeniz o kısacık zaman içinde, kendimden geçmiş bir halde Picasso’nun eseri ile aşk yaşarken, birden kulaklarımın zarı patlayasıya alarm çaldı. Ben hemen anında kırmızı çizginin arkasına atladım. Ve odaya giren görevli ile göz göze geldim. Benim kollar, tam bir teslimiyet duygusuyla, o an havaya fırladı. Sağ olsun görevli beni hapse attırmadı.

Tam da burada bir özlü söze değinmeden yazıyı bitiremeyeceğim: “Art is the daughter of freedom” ya da “Sanat, özgürlüğün kızıdır”  Friedrich Schiller. Sanatınız bol olsun. Kendimize iyi bakalım lütfen.

Buyurun, merakınızı gidermek için tıklayıverin:

La Fenice: https://www.teatrolafenice.it/fondazione-teatro-la-fenice/visita-la-fenice/

La Fenice: https://www.youtube.com/watch?time_continue=97&v=0cFpnrKisq0&feature=emb_title

Vivaldi: https://www.youtube.com/watch?v=GRxofEmo3HA

Otel : https://www.starhotelscollezione.com/en/our-hotels/splendid-venice-venice/

restoran: http://maschere.marsillifamiglia.it/

restoran: https://www.ombradelleone.com/gallery

Ca Foscari Üniversitesi: https://www.unive.it/

Serap Mumcu’dan “Venedik’in Gondolları Neden Siyahtır?”
https://www.academia.edu/18005724/Venedikin_gondollar%C4%B1_hakk%C4%B1nda_merak_ettikleriniz

Her şey güzel olacak / Andrà tutto bene

Gonca

11 Comments

  1. Cok Güzel sanata ilgi iştahım sayanda misliyle artmış oldu…kızkardeşini ağlatmasaydın iyiydi 😊yüreğine sağlık kalemine sağlık

  2. da Fenice tiyatrosu bu kadar güzel anlatılır, o heyecanı burdan hissettim anlatımının içine öyle dalmışım Yok olmuşum.
    Teşekkürler paylaşımın için
    Mine Bilgiç Özek

  3. Gonca Hanım yüreğinize ve kaleminize sağlık. Sizinle yolculuğa çıkmış ya da oradaki benmişim gibi hissettim. Lütfen yazmaya devam edin. Sevgiler 💐☘️❤️

  4. eliniz ve yüreginize saglık cok güzel ve sürükleyici bır yaı çok begendım kutlarım

  5. Gonca Hanım çok harikasınız çok severek okudum. Pandemide eksikliğini duyduğumuz kültür faaliyetlerini nasılsa özlemişim. Çok teşekkürler. Devamını dileriz. Bende Köln de yaşıyorum. Sevgiler başarılar. Hatice

  6. Sizinle birlikte bende aynı duyguları hissettim. Anka kuşu benim hikayem gibi yada çoğu insanin yaşadıkları hayata hep yeniden yeniden başlamaz mı insan? Varolun …

  7. Sizinle birlikte bende aynı duyguları hissettim. Anka kuşu benim hikayem gibi yada çoğu insanin yaşadıkları hayata hep yeniden yeniden başlamaz mı insan? Varolun …

Meryem Bilgin için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*