Hikayeler devam ediyor.
Seldağ Vardal / DieGazete.de
Çok ağladım. Hala da ağlıyorum. Üstelik ne söylemem, ne yapmam gerektiğini bilemeden. Zembereği fırlamış bir saat gibiyim. Kötü bir filmin içinde gibi. Sanki sadece gözyaşlarım gerçek de, ben ve olanlar kabusmuş gibi. Keşke, bu yazdığım gibiler gerçekten gibi olabilselerdi. Ama değiller işte. Gerçekler. En yalın, en katıksız haliyle ortadalar. Sanki söz birliği yapmışçasına aynı anda saçılıverdiler ortalığa. Ve gerçekler, bazen çok soğuktur, dondurur ya insanı. İşte ben de önce biraz böyle dondum kaldım galiba. Sonra beden bütünlüğümü hala koruyor olmanın verdiği güvenle, ama akıl bütünlüğümü umursamadan soğukkanlılıkla yazmaya karar verdim. Çünkü bu felaket, hatta kıyamet, artık gerçekler üzerine konuşmanın zamanının geldiğini söyler gibiydi. Kimseyi suçlamadan, sadece gerçekler üzerine sorular sorarak. Bu gerçeklerin neresinde olduğumu, olduğumuzu sorgulayarak.
Çok değil bundan bir buçuk yıl önce, Güneydoğu Anadolu’yu bisikletle gezerken Nizip sonrası Nur Dağı eteklerinde mola vermiştik. Gaziantep’in trafiğini, müzesini ve bir de Mustafa’nın asker arkadaşının dükkanında yediğimiz nohutlu dürümünün tadını hiç unutmuyorum. Çok şükür, ona ve ailesine bir şey olmadı. Ertesi gün dar, kötü bir asfalt ve dik rampalı bir yoldan Nur Dağı’na gelerek paça çorbası içmiştik. Yanımızda Yanalobalı İbrahim ile. Ondan hala haber alamadık. Umuyorum ki hayattadır. Sonra biz, Belen tepelerini tırmanmaktansa Islahiye istikametine döndük. Yani fay hatlarının yardığı yollar üzerinde pedal basmışız bilmeden. Şimdi düşünüyorum da, Şırnak bisiklet festivaline gidiyoruz dediğimizde, “Aman oralar tehlikeli, dikkatli olun!” demişlerdi. Bir kurşunla yitip gitmek, ya da böylesine öfkeli bir fay hattı üzerinde pedal basmış olmak. Hangisi daha tehlikeli bilemedim.
Tek bildiğim Nurdağı ve Islahiye’nin yıkılışını şaşkın ve yaşlı gözlerle izlerken içimde bir yerlerde yakama yapışan ve karşımda bağır bağır bağıran bir gerçek olduğuydu. Yarına dair ne biliyorsun? Yarınından emin misin? Öyle ya, ev alacaktın. Tam krediyi çekmek üzereydin işte, ee haftaya diploma günüydü, yarın da AVM’den o çok beğendiğin elbiseyi almaya gidecektin ya diploma töreninde giymek için, sahi akşam da halı sahada maçın vardı. Evet evet, saç rengini değiştirmek için de baharı bekliyordun. Ee, ne oldu şimdi? Hepsi çöktü değil mi? Peki, nerde yanlış yaptın? Şimdi sen, ufak bir hesap hatası diyebilir misin bu kıyamete? Evet, bu kıyamet ufak bir hesap hatasının sonucudur belki de… Hem de çok ufak bir hesap…
Son yıllarda bize öğretilen bir davranış biçimi var. Aslında bu davranış modeli birey olma yolunda ilerlerken çok da yanlış görünmüyor. Tabii ilk bakışta! Sen biriciksin, her şeyin en güzelini, en iyisini hak ediyorsun. Önce kendini düşünmelisin! Sınırların olmalı, onları çiğnetmemelisin. Bu senin en doğal hakkın. Herkesin herkese karıştığı bir yaşam anlayışının içinde kulağa ne kadar da hoş geliyor bu söylem, öyle değil mi? İşte hesap tam da bu noktada şaşmış olabilir mi acaba? Hani bütünü bir bütün olarak düşünemeyip merkeze kendini koymak. Üstelik odak noktamız insan olmalı adı altında… Yine son yıllarda teknolojinin gelişiminin de bu öğretiye destek verdiğini düşünür ve buna en somut örnek olarak interneti ve sosyal medyayı verirsek. Biricik olan bizler diğerleri kadar mutlu olmak istiyoruz, çünkü onlar mutlu görünüyorlar. Diğerleri kadar biz de gezmek istiyoruz, bak onlar ne güzel geziyorlar, biz de güzeliz en az onlar kadar hem de, bak nasıl güzel evlerde oturuyorlar biz de oturabiliriz böyle evlerde neden olmasın? Evet, tüm bunlar neden olmasın? Hatta ve hem de hepsi olsun, çünkü hepimiz biriciğiz ve hak ediyoruz.
Lakin hesap burada bir kavşağa gelip dayanıyor. Kurduğumuz bu sistemde hak ettiklerimizi gerçekleştirebilmek için para denen aracı işaret eden levhanın olduğu kavşak. Eee bundan sonrası malum işte… Yaşadığımız bu kıyametten yola çıkarak sıralarsak, biri hak ettiklerine ya da imrendiklerine ulaşabilmek için zeytinliğini satıyor, müteahhit de hak ettiklerine ulaşmak için kolonlardan demir çalıyor. Eee, mühendisler de o kadar okudular, limon mu satsınlar şimdi? Hem onların da hak ettikleri var planda, azıcık demirden çalınmasına göz yumsalar ne olur? Denetimciler de çocukları özel okulda okutuyor, para lazım! Ne yapsınlar? Sonuçta hak ediyor çocuklar, özel okulda okumayı. Neleri eksik diğerlerinden? Gözünü kapatıp imzayı atıveriyor. İnşaatın sıradan işçisi, karısı hasta, ne yapsın adam? Para lazım!
Sessizce yanlış olduğunu bile bile kolona tahtaları döşeyiveriyor. İş belediyelere gelince, ee onlar ne yapsın? Sıcak konforlu koltuklarda oturmak varken soğukta turşu mu satsınlar? Ki herkesin kredisi var. Turşu satarak ödenemez o krediler. Siyasetçilerse konuşmak için varlar zaten. Ee konuşmak hem de toplum önünde konuşmak kolay değil, yorar ve yıpratır insanı, üstelik tehlikesi de vardır. Herkesin harcı değil yani. Bu nedenle bunun kazanımı da ona göre olmalı ama değil mi? Hak ediyorlar! Tam da bu noktada iki tane somut örnek vermek isterim. Bulunduğum yerde, yani Akçay’da dairelerini satıp sazlıklardan arsa alarak buraların imara açılmasını ellerini ovuşturarak bekleyen insanlar biliyorum. Muhtemelen hak ettiği şekilde gezmek istiyor bu insanlar da, ne yapsınlar?
Bir de yasak olduğu halde tek katlı evini yapmış, imar affını bekleyen bir insanımız. Şimdilerde çok kızgın, çünkü belediye bu kıyamet sonrası yıkım kararı göndermiş. “Bunları mahkemeye vereceğim!” diyor. Ee ne yapsın? Hayalinde hak ettiği güzelliği yaşamak vardı üstelik de, onca parası gitti o ev için. Demem o ki, kesinlikle ve kesinlikle üstelik hiyerarşik sıralamayı gözetmeksizin hepimizin en güzelini, en iyisini hak ettiğini düşünüyorum. Hem de tüm dünya insanları olarak. Lakin korkuyorum ki biricik olan, hepimiz hak ettiklerimize ulaşmaya çalışırken bütünün hayrını düşünmediğimiz ve böyle davranmadığımız sürece bedellerini katlanarak ödenmeye devam edeceğiz.
Oysa Antakya’da Habibi Neccar Cami’nin avlusunda serinlerken ve soluklanmak üzere Affan’da oturup Haytalı yerken böylesi bir bedeli zerre kadar düşünememiştim. Ve bir gün Hatay’ın kendine özgü kokusunu burnum sızlayarak alabileceğimi de.. Çocukluğumun yazları Adana’da geçti. Bu nedenle Çukurova’nın kendine has kokusunu tanırım. Ama Amik Ovası’nın ve Amanosların da kendine özgü bir kokusu varmış. Bunu öğrenmişim de o kokuyu tanımak ne kadar kıymetliymiş bunu bilememişim.
Şimdi ne Affan kaldı, ne de Habibi Neccar Cami… Antakya’nın içinde, önünde devasa büyüklükte bir alışveriş arabası olan bir Migros vardı. Arkadaşımın kuzenini orada beklemiştik. O Anadolu’ya ait sıcaklıkla “Orada bekleyin, zaten yorgunsunuz, sizi köye çıkartmayalım, gelip alalım!” demişlerdi. Sosyal medyada bir video düştü önüme. O Migros’un olduğu sokağı görüntülemişler. O devasa büyük alışveriş arabasından tanıdım. Tek bir apartman ayakta kalamamış. O apartmanların önünden gelip almışlardı bizi ve Toygarlı köyüne çıkmıştık. Meğer fay arkadaşımın babasının evinin biraz yukarısındaki tepeden geçiyormuş. Onun çekirdek ailesinden bir kaybı olmasa da, son konuştuğumda “On akrabamı yitirdim!” diyordu. Bir diğer arkadaşım, “yirmiyi geçti” derken, bir başkası da “Otuz beşten sonra saymayı bıraktım!” diyordu. Bu arkadaşımın adı Serap. Serap Kazar. Annesinin evi, Antakya’da Armutlu Mahallesi, Söğütlü Sokaktaymış. Maalesef bu sokaktan kurtulan olmamış.
Zaten gönderdiği fotoğraflardan anlaşılıyor. Elli iki saat sonra enkazdan çıkartılan kuzeni Nazo ve onun deprem öncesi ameliyat geçirmiş olan iki yaşındaki kızı Ceylan’ın fotoğraflarına bakarken konuşamadığımı fark ettim. İskenderun’daki dayı kızımsa, “Burası mahşer yeri, abla! Hiç bir şey bildiğiniz gibi değil!” diyordu. Sonunda artık kimseyi arayamaz oldum. Sustum! Lakin ben sussam da, içimdeki ses bağır bağır bağırıyordu. “Sen nasıl bir cahilsin, nasıl bir korkak ve üstüne üstlük nasıl bir çaresizsin?” diye…
Evet o binaların altında kimler kalmadı ki. Doktorlar, mühendisler, öğretmenler, sanatçılar, medya mensupları, çevreciler, sporcular… Yani, eli ne kalem tutup, ne mürekkep yalamışlar. Kimler, kimler. Biricik olan bizler. O güzelim lüks görünen her türlü konforun sağlandığını düşündüğümüz sitelerde oturmak yerine doğayı, yani bütünü merkeze koyan bir yaşam tarzı oluşturmaya çalışsak, daha doğru olmaz mıydı? Niye düşünemedik bunu? Belki düşündük de, yapamadık! Niye yapamadık? Korktuk mu? Çaresiz miydik bu kadar?
Bir tane babayiğit yok muydu, herkes Mersin’e giderken o tersine gidecek cesareti gösterebilen? Bir tane babayiğit yok muydu, “Oluşturduğumuz yaşam tarzları yanlış ve ben bu yanlışa sırtımı dönüp şu şekilde bir hayat biçimini seçiyorum!” diyebilen? Bir tane babayiğit yok muydu, “Anca konuşuyoruz, üstelik topluma öncülük ettiğimizi iddia ederek. Ben artık konuşmayıp sadece yapıyorum!” diyebilen? Mutlaka vardı. Ammaa, sürü psikolojisini ve zaaflara tutunmanın ne demek olduğunu siyasetçiler, sosyologlar ve psikologlar iyi bilir. Sürüden ayrı düşmek acıdır. Aykırı olmak, deliliktir ve gerçeği söylemenin bedeli, ağır olabilir. Zaaflara veda etmekse belki de mümkün değildir. Yani demem o ki, şimdi sormak zamanı, “Acep, hepimiz derin bir cahillik uykusunda olabilir miyiz?” diye.
Ortaokula gidiyordum, kırmızı toz bibere kiremit tozu attıkları ortaya çıkmıştı. Sonrasında gıda denetimcileri oluşturmuşlar. Tıpkı inşaatları denetleyenler gibi. Bunlardan biri bundan birkaç yıl önce söyle anlatmıştı: “Kontrol etmekle sorumlu olduğum esnafın büyük bir bölümü, gerekeni gerektiği gibi yapmıyor. Bense, ceza yazmaya korkuyorum. Çünkü, biri olmazsa, bir diğeri beni öldürebilir, ya da bir başkasının dayısı devreye girer ve ben işimden olabilirim. Evde çocuklarım var, abla!” Yine yıllar önce “Uçurtmayı Vurmasınlar” filmini seyrettiğimde o gün için güldüğüm bir sahneyi hatırlıyorum. Yasaklı kitabı yakmasını istemişti cezaevi müdürü. Sonra da bir gardiyana, “Git, bak bakalım, kitabı yakmış mı? Kontrol et!” demişti. Sonra başka bir gardiyanı çağırıp, “Sen de git, kitabı yakıp yakmadığını kontrol edip etmediğine bak!” demişti. Bu nasıl derin bir acı? Nasıl derin bir cahillik, korkaklık ve çaresizliktir? Hiç mi bir şey değişmedi? Ya da ne değişti? Eğer değişen şeyler varsa, bunlar hangi yönde oldu? Şimdi bunu sormak zamanı!
Ama bazı değişen şeyler var gibi geliyor bana. Eskiden mahallede ölüm olduğunda neredeyse bir hafta televizyonu açmayarak saygı gösteren bizler, daha ulusal yas ilan edilen süre bitmeden, ama hayat devam ediyor adı altında, bunaldık psikolojimizi düzeltelim adı altında normale dönüverdik. Tıpkı siyasetçilerimiz gibi. Onlar da mı bunaldı? Bilemiyorum! İşte şimdi bunu sormak zamanı…
Hatta belki de çok çok şeyi sormak zamanı. Kendi canını hiçe sayıp da yardıma koşarak göçük altından tek bir canlı dahi çıktığında sevinenler var ya. Hani bunların içinde kurtardığı insanın komünist bıyıklarını görünce, “Lanet olsun! Sen kal bu göçüğün altında!” diyen bir tane ülkücü kardeşimiz var mı? Ya da askılı elbiseleriyle kurtarılmış bir kadına, “Bak, işlediğin günahlar seni buldu! Ben sana serum takmam!” diyen türbanlı bir hemşire bacımız, ya da tam tersi durumlar, var mı bu kadar vicdansız bir insanımız? Muhtemelen yok! Ama her ne hikmetse, süreç normale döndüğünde bu vicdanlı duruş, yerini derin bir düşman duruşa bırakıveriyor. Oysa ki normal zamanlarda herhangi bir etkinlikte, belediyenin getirdiği suları fazlasıyla alarak evlerine taşıyanlarız biz. Yani hepimiz. Siyasi görüşlerimiz ne olursa olsun, hatta olmasın. Yok aslında birbirimizden bir farkımız! Üstelik bunu çocuklarımızın yanında yaparak onlara örnek teşkil ediyor, sonra onları okutup mühendis, doktor, avukat, siyasetçi yapıyoruz. Eee, biz çocuklarımıza ne öğrettik ki, ne bekliyoruz? Şimdi bunu sormak zamanı!
“Ben bu koltuğa oturdum, bu evi aldım, bu gezileri yaptım, bu unvana sahip oldum, bu birlikte yer aldım!” diyenler, acep tüm bunları elde ederken neye dönüştüler. Bunu sormak zamanı. Ki bu soru, aynı zamanda tüm dünya insanlığı için geçerlidir diye düşünüyorum. Yani sevgili Avrupalı arkadaşım, en az senin kadar Afrika’daki o aç çocuğun da dans etme hakkının olup olmadığını sormak zamanıdır şimdi!
Bilmeden yapılan yanlışların bile bedelleri varsa bilerek yapılanların bedellerinin neler olabileceğini sormak zamanı. “Kökü dışarda değil de kökü içerde olabilir mi acep?” diye sormak zamanı. Gerçekleri nereye kadar görmezden gelebileceğimizi sormak zamanı. Kendi biricikliğimizin bütününü düşünmediğimiz takdirde bir anlam ifade edip etmediğini ve o altı temiz, karnı tok diye düşündüğümüz bu biricikliğimizin hala neden sızlanışını sormak zamanı. “İyiler de bir gün kötü olabilirler mi ve susanlar bir gün konuşmaya başlayabilirler mi?” bunu sormak zamanı. “Depremle gelen bu tokadı yanağında hissetmeyen ya da “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını dinlerken burnu sızlamayıp gözleri yaşarmayan tek bir insanımız var mı?” bunları sormak zamanı.
Yani demem o ki, tepeden tırnağa herkesin kendi günah defterini açmaya cesareti olup olmadığını sormak zamanı. Hepsinden önemlisi de tüm bunları sorgulamak için seni kaybetmek zorunda mıydık Hatay? Belki de, en çok bunu sormak zamanı.
Ve son olarak da galiba artık sormaktan korkmamak zamanı…
Fotoğraflar için Serap’a çok teşekkür ediyorum.
Seldağ’cığım,o kadar etkilendim ki okuyunca! Nasıl da güzel ifade etmişsin hem kendi duygularını hem de bizimkileri. Hepimizin bu acıdan sonra özellikle kendimize soracağımız sorular var. Bu sorular farklı olabilir. Ama ne olursa olsun, yüzleşmek zamanı. Daha fazla kaçamayız.💐