İtalya’dan mektup var 12
Gonca Bilgiç / DieGazete.de / Venedik
Bugün 23 Nisan. Atatürk’ümüzün dünya çocuklarına bağışladığı ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız. Sabah esxpresso mu köyümüzün güzel barında almaya gittiğimde, belediye başkanımız da oradaymış.
Nicola Fragomeni. “Gel sana kahveni ben ısmarlayayım” dedi.
“Olur, Nicola, memnuniyetle” dedim. Aramızda güzel bir sohbet başladı. “Oğlun nasıl. Her şey yolunda mı?” diye sordu. Oğlum ırkçı saldırısına uğramıştı, Nicola’da sahip çıkmıştı.
“Sağol. Her şey Yolunda. Sayende” dedim. Gülümsedi. “Çocuklar bizlere emanet” dedi. “Ne güzel söyledin Nicola” dedim. “Biliyor musun, bugün özel bir gün. Bugün 23 Nisan. Türkiye’de Bizim ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız. Anlattım. Atatürk’ü anlattım. 23 Nisanı anlattım. Tüm Türkiye’nin nasıl bu bayramı kutladığını anlattım.
“Nicola, sen çocuklar için çok güzel projelere imza attın. Gel seneye birlikte, burada 23 Nisan kutlamaları yapalım. Ne dersin?” diye sordum.
“Gurur duyarım” dedi.
“Söz mü” dedim.
“Söz” dedi.
Çocuk derken, çocuklarla yaşadığım bir anım geldi aklıma. 2006 yılında oğlum nihayet okul çağına geldiğinde biz anne-baba olarak çocuğumuzu iyi eğitim almasını sağlamak için en iyi okula göndermeyi düşünüyorduk. Etrafımızdaki özel okullarla görüşmelere başladık. Randevular alıyoruz ve görüşmelere gidiyoruz. Waldorff Schule, Rudolf Steiner, Maria Montesori… Ne kadar da okul varmış bizim buralarda. Açıkçası hiç biri içimize sinmedi. Görüştüğümüz eğitmenler hoşumuza gitmiyordu. Öğretmen dediğin güler yüzlü olur. İstediği kadar başarılı bir öğretmen olsa bile, bizce en önemlisi gülümser olmasıydı. Yüzünde tebessümü olmayan, asık suratlı bir öğretmene çocuğumuzu emanet etmek istemiyorduk.
Ardından bebişimizi köyümüzün okuluna yazdırmaya karar verdik. Çünkü orada hiç olmazsa yuvadaki bütün arkadaşları ile birlikte aynı sınıfta olacaktı. Çocuğumuzun kaydını yaptırırken bir de ne gördük, üç bayan öğretmen, üçü de aynı sınıfın öğretmenleri ve üçünün de yüzlerinden tebessüm eksik olmuyor. İşte bu dedik tek bir ağızla.
Okul dönemi başladı. Oğlumuz mutlu, bizler mutlu… Bir gün bu üç öğretmeni evimize akşam yemeğine davet ettik. Çocuğumuzu emanet ettiğimiz öğretmenleri tanımak istedik. Türk yemekleri yaptık ve güzelce evimizde ağırladık. Yemek olarak İzmir köfte, dolma, cacık ve çoban salatası hazırladık. Afiyetle yedik ve güzel sohbetler ettik. Bu üç bayan çocukluk arkadaşı ve üçünün de hayali çocukları eğitmekmiş ve nitekim de yıllarca çocukları eğitmişler. On seneden beri de aynı sınıflarda ders veriyorlarmış. Bir ara oğlum öğretmen Franka’yı çocuk odasına, bir şey göstermek için sürükledi. Çocuğumun odasında boş olan duvarda bir metre genişliğinde ambalaj kağıdı yapıştırmıştım. Önünde de boyalar. Çocuğum ne zaman isterse, oraya resim yapıyordu. Evimizin duvarları benim resimlerim ile süslüydü. Benim sanata ilgim olduğunu gördükleri an, bana güzel bir teklifte bulundular. Beşinci sınıfa resim dersi verebilir miymişim.
Nasıl? Ben? Ders mi vereceğim? Öğretmen ailesinden gelmeme rağmen öğretmenlik hiç bir zaman beni cazip gelmedi. İlgimi çekmedi. Kendi çocuğumun dışında kimseyi eğitme amacımda olmamıştı.
“Düşüneyim“ dedim. Onlar da “Düşün“ dediler. Haftada bir defa. Bir ders. Neden olmasın ki! Yalnız bir öğretim yılı.
Düşündüm “Tamam“ dedim ve kabul ettim. Berlin’de ilkokul öğretmeni olan kız kardeşim Şehnaz’ı aradım hemen. “Ders programı hazırlayacaksın. Öyle gelişi güzel ne öğretmek istediğini bilmeden derse girilmez bacılık” dedi. “İyi öğretmen olmak, yani iyi ders vermek istiyorsan, çocukları sevmen şart. Onlarla iyi bir iletişime girmen şart. Derse girmeden önce, sen dersine iyi çalışman şart ki iyi ders anlatabilesin. Ders içeriğini büyük bir heyecanla anlat ki, seni heyecan ile dinlesinler. Dersini anlaşılır ve sürükleyici bir şekilde sunman şart ki çocuklar derste sıkılmasınlar, ilgileri dağılmasın.. İyi öğretmen demek, çocuklara öğrettiği, akıllarda uzun süre kalabilmesi demek. Bazı öğrencilerin gözlerine bak, bazı öğrencilerin omuzlarına dokun. Onlara değerli olduklarını hissettir. Onlara güven ver. Kendilerine inandır. İsterlerse dağları delebileceklerine inandır. Yeter ki istesinler. Öğrencilerine ilham ol. Belki öğreteceklerin onların hayatlarını etkiler. İyi öğretmenlerin iyi öğrenciler olur, sakın unutma bunu” diye motor gibi nasihat veriyordu.
Benim heyecanımı, benim geçmişimi sanki o da yaşıyordu ki durmuyor ve ortak anılarımızı ziyaret ediyordu; “Öğretmenlerin becerileri ne kadar yüksekse, öğrencilerin performansı o kadar iyi olur bacılık. Aslında bizim öğretmenimiz Mustafa Özhan gibi bir öğretmen ol. Bizim sevgili öğretmenimiz Herr Özhan’ı aklına getir işte. İyi öğretmen demek, Mustafa Özhan demek, öyle değil mi bacılık?”
Haklıydı benim bacım. Hem de çok haklıydı. Buradan öğretmen kız kardeşim Şehnaz’ı sevgiyle kucaklıyorum, benden yaşça küçük olmasına rağmen, bana her zaman büyük şeyler öğretti.
Bizler çok şanslıydık bu konuda. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki Carl-von-Ossietzky-Gesamtschule’de Mustafa Özhan bizim öğretmenimizdi. İyi ki rahmetli Herr Özhan hayat yolumuzda bize çok şeyler verdi. Bizleri yönlendirdi. Bizlere Türkiye’yi sevdirdi. Türk tarihini öğretti. Türk dilini öğretti. Bizlere dokundu. Her sene 23 Nisanda, küçük çapta da olsa, bizlerle kutladı. Bizlere şiirler öğretti, bayrağımızın resmini boyattırdı.
Bizlere ülkemizden binlerce kilometre uzakta Berin’de bu özel günün anlamını anlattı. “Çocuklar, 23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilan ettiği tarihtir. Çocuklar, Atatürk 23 Nisan’ı çocuk bayramı olarak çocuklara armağan etmiştir ve 1979’da, yine ilk olarak altı ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız en özel milli bayramımızdır. Dünya’da çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke Türkiye’dir. Bize Türk olmanın onurunu ve güzelliğini öğretmenimiz Mustafa Özhan aşıladı.. Ruhun şad olsun Mustafa Özhan öğretmenim.
Dönelim tekrar hikayemize.
Tamam, eğer madem benim çocuklara dokunma fırsatım çıkmış, öğretmenimiz Mustafa Özhan’ı düşünerek, öğretmenimizi anarak yola çıkacaktım. Kız kardeşim Şehnaz’ın önerdiği gibi beşinci sınıf çocukları için güzel bir ders programı hazırladım. Çocuklar mizahı severler. Karikatür nasıl çizilir onu öğretmeye karar verdim çocuklara. Bir öğretim yılı boyunca haftada bir çocuklarla birlikte oluyordum. Karikatür nasıl çizilir öğretiyordum. Çocuklar benim dersi çok sevdiler. Her derse girdiğimde bir Ata sözü ile başlardım. Seçtiğim Atasözünü yazdırırdım tahtaya. Defterlerine de yazdırırdım ve anlamını tartışırdık derse başlamadan önce. “İsterseniz her şeyi öğrenebilirsiniz” diyordum. “İnsanoğlunun istediği zaman yapamayacağı hiçbir şey yoktur” diyordum. Bunları da hayattan gelen örneklerle anlatıyordum. Walt Disney’in “if you can dream it, yo can do it” cümlesinin anlamını anlatıyordum. Başarı öykülerini anlatıyordum. Kız kardeşim Şehnaz’ın söylediği gibi, isterlerse dağları delebileceklerine inanmalarını anlatıyordum.
Çocuklarını okula bırakan ve sonradan da okulun önünde almak için bekleyen genelde anneler olurdu. Hepsi sabah olsun, öğleden sonra okul çıkışı olsun her zaman çok çık ve zarif giyinmişlerdi. Makyajlar kusursuzdu. Saçlar yapılı sanki kuaförden yeni çıkmışlar gibi idiler. Ben bütün bu annelerin kariyer kadınları olduğuna inanmıştım. Bense sabahları, makyajsız, saçları gelişi güzel topuz yapmış halde çocuğumu götürüyordum okula. Dolayısıyla bana “yabancı çingene” lakabını takmışlar. Duyduğumda çok üzülmüştüm. Her zaman beni tuhaf bir şekilde baştan aşağıya süzüyorlardı sürekli.
Bende bu “kariyer” yapan bayanları insan sanmıştım. Şunu da ekliyeyim, arkadaş olduğum bayanlardan öğrendiğime göre, bu kariyer bayanlar gündelikçi olarak kariyer yapıyorlarmış. Beni tuhaf baştan aşağıya süzüyorlardı sürekli. Sonradan öğrendiğime göre beni tanımadıkları halde yabancı olmamdan dolayı çok olumsuz yorumlar yapıyorlarmış. Aradan zaman geçti. Ve ilgi alaka evrilmeye başladı. Bazı bazı 5.ci sınıf öğrencilerimin annelerinin bana yaklaşıp, çocuklarının resim dersinden çok mutlu olduklarını söylüyorlardı. Cuma gününü iple çektiklerini söylüyorlardı.
Paskalya tatili yaklaşınca aklıma Almanya’daki güzel bir gelenek geldi. Yumurta bayramında Almanya’da yumurtaları alır, toplu iğne ile iki ucuna dikkatlice delik açıp yumurtanın içini dışarı üflerdik ve bos yumurtaları rengarenk boyardık. Bu rengarenk boyanmış boş yumurtaları da dallara asarak buket yapardık. Almanya’da hatta böyle buketleri çiçekçilerde satarlar paskalya döneminde. Paskalya Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli bayramı olmasına rağmen İtalya’da yumurta boyama geleneğini bunca sene hiç görmemiştim. Paskalya bayramı aslında nedir ki? Hz. İsa çarmıha gerildiğinde yaralarından kanı akar, yere düşen bir damla kan yerde bulunan yumurtayı kıpkırmızı yapmış.
Annesi Hz. Meryem ağlayarak dua ederken, Meryem’in gözyaşları bu kırmızı yumurtaya damlayarak ince desenler oluşturmuş. Bunu da diğer yumurtalar izlemiş. Meryem bütün yumurtaları bir mendile toplayarak, oğlunun cenazesi için yola çıkmış. Yol boyunca rastladığı her çocuğa barış içinde bir yaşam sürmelerini öğütleyerek, birer yumurta vermiş. Fakat yolda Meryem bayılmış ve mendilindeki yumurtalar yuvarlanarak dünyanın her yerine dağılmış.
O günden beri dünyanın her yerinde Hristiyan kardeşlerimiz Paskalya zamanında yumurtaları süsleyerek sevgi ve barış simgesi olarak birbirlerine verirler, verileceği kişiye mutluluk, neşe, iyi şans getirmesi ve onu kötülüklerden koruması adına yaparlar. Öğretmenlere bunu teklif ettim. Çocuklarla yumurtaları üflesek, boyasak güzel olur dedim. Çok güzel fikir dediler. Fakat üfleme konusunu okul içerisinde pek uygun bulmadılar. Ben inatçı olduğumdan dolayı “Ben üstlenirim, önemli olan çocukların yumurtaları boyamaları” dedim. Tamam olur, hem de çok güzel olur denildi. Hem de oğlumun bulunduğu birinci sınıf ile beşinci sınıfı birleştirip hepsine bu projeyi yaptıralım diye de karar alındı.
Oğlumla 130 yumurta üfledik. Her çocuğa üçer tane yumurta düşsün diye. İki sınıf, 40 çocuk. Yedek de olsun varsın. Hiç arka arkaya yumurta üflediniz mi? Aynı arka arkaya balon şişirmek gibi. Beyniniz oksijensiz kalıyor. Yumurtayı alıyorsunuz, dediğim gibi elinizdeki toplu iğne ile yumurtanın iki tarafına delik açıyorsunuz ve deliğin bir tarafından ağzınız ile üflüyorsunuz, diğer taraftan yumurtanın içindekiler dışarıya fışkırıyor. Boş yumurtaların delik kısmına kürdanı bölüyorsunuz ve iple bağlıyorsunuz ve kürdanı yumurtanın deliğine girdirdiğinizde, ipin ucunu fiyonk yapıyorsunuz ki buketlere asabilelim. Bizim köyün çiçekçisi Sabrina’dan kırk çocuğa yetecek miktarda çiçekli meyve ağacı dallardan aldım ve evde onları kırk bukete ayırdım.
Resim dersi saatim geldi çattı kapıya, boş yumurtaları ve buketleri yükledim arabama. Oğluşuma söz verdirttim ki kimseye bir şey söylemesin, sürpriz bozulmasın. Birinci sınıfla beşinci sınıfı birleştirdik. Paskalya geleneğini anlattım çocuklara. Hazırlıklı geldiğimi söyledim. Arzu ederler mi diye sorunca hep bir ağızdan “Siiiii” yani evet diye bağırdılar. Öğretmenler önceden hazırlamışlar sulu boyaları, fırçaları. İlk yumurtayı onlara göstererek içini boşalttım. Boyadım ve her çocuğa üçer tane yumurtaları verdik, başladılar boyamaya. Boyanan yumurtalar her çocuğun kendi buketine asıldı. Ders bitince her çocuğun elinde rengarek paskalya buketi vardı. Hepsi kapıda, zilin sesini, anne ve babalar çocuklarını almak için okulun kapısının dışında çocuklarını bekliyorlardı. Zilin çaldı. Hadi bakalım çocuklar, iyi hafta sonları, iyi paskalyalar diyerek açtım sınıfın kapısını.
Kırk tane çocuk düşünün. Her birinin elinde rengarenk yumurtalı buket. Hepsi dışarıya çıkıyor, okul bahçesinden çıkış kapısına doğru yürüyorlar. Ben kapıya yaslandım diğer öğretmenlerle birlikte bu muhteşem manzarayı izledim. Çocukları mutlu etmek ne kadar güzel bir duyguydu.
Ebeveynlerin çocukları hayretle karşıladıklarını gördüm, çoğu evladına sarılıyordu ve soru cevap sohbetlerini görüyordum. Paskalya tatili sonrası çocuğumu okula bırakırken beşinci sınıfın anneleri beni durdurdu. Bana böyle bir gelenek tanımadıklarını söylediler. Tekrar tekrar teşekkür ettiler. Çocuklarının çok mutlu olduklarını dile getirdiler. Hatta bazıları bu paskalya tatilinde evde yumurtaları boyamışlar ve akrabalarına götürmüşler. Birinci sınıf ebeveynleri yani benim oğlumun sınıfına giden bebişlerin annelerinden biri geldi. “Cuma günkü yumurtaları sen mi boyattın çocuklara?“ diye sordu. „Evet, ben boyattım. Umarım hoşunuza gitmiştir“. „Sen üniversite mezunu musun?“ diye ardından sordu. „Evet“ deyince o gözler fal taşı gibi açıldı ve şaşkınlıktan ağzı düştü. Parmağım ile o ağzını kapatmamak için kendimi zor tuttum.
Burada çok beğendiğim bu güzel hikayeyi paylaşmadan geri kalamayacağım: “Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı baslar. Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu bağırıp çağırarak tekmelerler.
Bu çekilmez gürültü günlerce sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir. Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapısının önüne çıkar onları durdurur ve: “Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken ayni şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 1 dolar vereceğim” der.
Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Bir kaç hafta sonra, yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara söyle der: “Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı bundan böyle size sadece 50 sent verebilirim.” Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç hafta daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları: “Bakın” der, “Henüz maaşımı alamadım, bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?” “İmkansız bayım” der içlerinden biri, “Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz…” alıntıdır
Sevgiyle kalalım
Her şey çok güzel olacak.
Andrà tutto bene
Not: Sevgili öğretmenim Mustafa Özhan, size rahmetle, saygıyla, sevgiyle anıyorum. İyi ki benim öğretmenim oldunuz.
Her zamanki gibi muhteşem ötesi bir anlatım, harika fotoğraflar..
Ellerine, kalemine, aklına sağlık.
Goncacım gene bir solukta okudum yazını..Yasadigin yere olan uyumun ve türk olduğunu unutmaman çok güzel..Yaptiklarinı yaşadıklarını öyle güzel yaziyorsunki bayılıyorum..
İki defa çok büyük keyifle okudum.Sevgili Gonca harikasın.Sana sevgi ile sarılıyorum.
Süpersiniz. Size bayılıyorum. Enerjinizi hep güzel şeyler için kullanmışsınız. Bayıldım anlatımınıza. Topluma faydalı uğraşları keyifle yapmak ne güzel. Seni güzel yüreğinden öpüyorum. Sevgiler
Gonca, gerçekten de müthiş bir kadınsınız.. Her yazınız ayrı bir güzellikte.. Hepsini keyifle okuyorum.😍😍
Enerjinizin hiç bitmemesi dileğiyle sizi kucaklıyor ve kocaman öpüyorum.
🥰🥰
Çocukların unutamayacakları dersler bırakıyorsunuz anılarında… kutluyorum seni sevgiler
Cok ozel ve guzel kadin Gonca hanim, yazinizi okumaya doyamadim.Sizi egitim bakani veya turizm bakani yapmali.Oglunuz cok sansli.Boyle bir annesi var.Saglikli ve huzurlu gunleriniz olsun.
Harika birisiniz ve harika işler yapıyorsunuz. Enerjinizi hayranım. Tebrikler…💖👏👏👏
Muhteşem kadın Gonca Yeni ismin bu olsun Sevgilerimle
Sevgili Gonca yazılarını zevkle okuyorum.O kadar akıcı ki bir çırpıda bitiriyorum.Bir sonraki yazıyı da merakla bekliyorum.Nice 23Nisan Ulusal egemenlik ve çocuk Bayramlarına. Sevgiyle kal.
Yaşam enerjisi, insan sevgisi, hep güzeli bulmak için uğraşmak ve güler yüzlü tatlı dilli olmak. İşte Gonca. Sevgiler.
Zevkle Okudum Sevgili Gonca
Gonca, as usual, beautiful, heart warming, and uplifting! Thank you for taking the time to add love and beauty to every day. Much love to you… xox
Gonca ,harika bir kadın ve arkadaş olduğun gibi, harika bir öğretmensin,seni sevgiyle kucaklıyorum.