İtalya’dan mektup var 15
Gonca Bilgiç / DieGazete.de / Venedik
Anneler vefat ettiğinde bir yanımız eksik kalıyor.
Sendeliyoruz.
Yarım oluyoruz.
Nefesimiz kesiliyor.
Kaç yaşında olursak olalım, öksüzlük vücudumuzun her hücresine yerleşiyor.
Annem vefat ettiğinde ben öyle hissetmiştim.
Babamıza bir şey olduğunda ise sanki arkamızdaki kaya sendelemeye başlıyor.
Benim şu an arkamdaki kayamın kaydığı gibi. Yıldız gibi kaydı. Tarif edilir bir duygu değil. Vücudumda ne kadar da gözyaşı varmış. Sanki senelerce birikmiş, birikmiş.. Bu anı beklemiş gibi, sel gibi günlerce durmadı.
Ekim ayında kavuşmuştuk. Sarılmıştık. Koklaşmıştık. Konuşmuştuk. Yüzüm gülmüştü. Kısa süre için olsa da yüzüm gülmüştü. Kötü haber nasıl verilir ki? Kötü haber nasıl alınır ki? Kötü haber geldi. Nasıl geldi hatırlamıyorum. Kız kardeşimin hıçkırarak “şimdi hem öksüz hem yetim kaldık” dediğini hatırlıyorum. “İyi ki geçen hafta ziyaretine gitmişim, sarılmışım, koklamışım” dediğini hatırlıyorum.
Hatırladığım yalnızca, vücudumdaki kan dolaşımı durdu. Beynim durdu. Aklım durdu. Akşam olmuş. Sabah olmuş. Öğlen olmuş. Farkında bile değilim. Varlığımın farkında olduğum an Frankfurt havalimanındaydım. Venedik’ten aktarmalı Kayseri’ye uçağımı bekliyordum. Akşama doğru Kayseri’ye vardım. Kardeşlerimle buluşup köyümüze doğru yol aldık. Hepimizin boynu bükülmüş. Hepimiz birer küçük çocuk gibi olmuşuz. Çocuklar gibi ellerimiz birbirlerine kenetlendi. Konuşmaya hiç birimizin gücü kalmamıştı. Öylece, el ele, sessizce köyümüzün yolunu tuttuk. Köydeki evimize vardığımızda insan kalabalığını hayal meyal hatırlıyorum. Sarılanlar, başsağlığı dileyenler, öpenler.
Seneler sonra doğduğum köyüme tekrar gelmek bu güne kısmet imiş. Dünyaya gözlerimi açtığım yer. Hayal dünyamın temeli atılan, hayatımın ilk senelerini geçirdiğim memleketim. Ezan sesi ile uyandım. Ne güzel bir duygu. Güzel bir gerindim yatağımda, döndüm sağıma, içime çektim doya doya ezan sesini. Ezan sesi. Özlemişim. Ne de güzel söylüyor müezzin. Kendimi bir an “evimde” hissettim. Almanların deyimiyle; “angekommen sein”. Sonra içim cız etti. Olanları hatırladım. Babam ölmüştü. Sordum kendime, evim neresi ki benim? Doğduğum yer mi? Büyüdüğüm yer mi? Yaşadığım yer mi? Doyduğum yer mi?
Babam varken köküm belliydi. Ya şimdi? Benim vatanım neresi ki? Ablamın sesi ile kendime geldim; “Haydi kahvaltı hazır. Güçlenmemiz lazım. Bugün önemli bir gün. Babamızın cenazesini kaldıracağız.” 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda, senelerce öğretmenlik yapan, çocukları eğiten, mesleğini seven babacığımı toprağa verdik. Bir Cuma günü. Bir Cumhuriyet günü.
Annem vefat ettiğinde, babamın elini tutmuştum “baba, annemi defnetmeye ben de geleceğim mezarlığa“ Bizim oralarda kadınlar cenaze kaldırılırken mezarlığa kadar gitmezler. “Olur kızım. Gelirsin tabi.” “Ama kadınlar gitmez diyorlar…!” Babam cevap yerine elimi sımsıkı tutmuştu. Birlikte mezarlığa doğru, insan kalabalığının arkasından yürümüştük.
Şimdi sıra sana geldi babacığım. Bu sefer ağabeyime ilettim sorumu; “Abi, mezarlığa ben de geleceğim.” “Ben de geleceğim” dedi ablam. “Gelirsiniz tabi ki” dedi ağabeyim. Camiye gittik el ele. Tıklım tıklım, insanlar dolu. Cuma namazı. Baş sağlığı dileyenler sıra sıra.. Ardından saf tutuldu. Ardından imam sordu:
“… hakkınızı helal ediyor musunuz ?…
Helal olsun
Helal olsun
Helal olsun.”
Son bir kere sarıldım babacığıma. Son bir kere öptüm babacığımı. Ben senden razıyım, Allah da senden razı olsun babacığım. Hakkını helal et, benim hakkım helal olsun babacığım. Yattığın yer cennet olsun. Günahların af olsun. Sesler sanki uzaktan geliyor hayal meyal hatırlıyorum. “Başın sağ olsun kızım. Baban muhteşem bir insandı. Allah yattığı yeri cennet etsin.” İki gün sonra da babamın eşi Saliha ablayı toprağa verdik. Hakkını helal et, yattığın yer cennet olsun. Günahların af olsun Saliha abla.
Son bir defa babasız baba ocağına gittiğimizde, babamın evine girdiğimizde, çay demledik. Babamızın evinde son çayımızı demledik. Son çayımızı içtik. Odaları dolaştık. Her yer buram buram öğretmen ve her yer buram buram Cumhuriyet kokuyor. Kız kardeşimin elleri babamın kravatlarına gitti, onları boynuna doladı. Erkek kardeşim babamın kışları kafasına taktığı takkeye uzandı. Ağabeyim duvarda asılı olan ceketine uzandı. Ablam ise tespihlere uzattı ellerini. Çalışma odasına girdiğimde boydan boya olan duvarda kitaplara gitti ellerim. Atatürk. Sağdan sola Atatürk kitapları. Benim elim kitaplıktan “Nutuk” a gitti. Sonra yatağın altındaki valizi çıkardım, içine sığacak kadar kitapları doldurdum, babamın okuma gözlüğünü orada bırakamazdım.
Yatak odasına girdim. Öğle namazından sonra uzanırdı babacığım, dinlenirdi bir iki saat. Boş yatağına gitti gözlerim. Yorganı kaldırıp “hadi gel bakalım çirkin kızım gel babacığının koynuna”. Hemen üzerimdeki kıyafetleri çıkartır girerdim koynuna. Sarılırdık birbirimize. Koklardım babacığımı. “Hatırlar mısın” derdim. “Her Türkiye’ye tatile gittiğimizde bize okul önlüğü diktirirdin ertesi gün de okula gönderirdin”. “Tabi kızım. Bütün çocuklar okuldayken sizlerin canları sıkılırdı. İşleyen demir pas tutmaz kızım. Böylelikle sizlerde diğer çocuklar ile arkadaş olma şansınız olurdu. Türk olduğunuzu unutmamış olurdunuz. Kötü mü yapmışım? ” “İyi yapmışsın babacığım” Sonra bol bol Metin hocayı anlatırdım. Her sene yalnız Metin hocanın sınıfına gireceğim için sevindiğimi anlatırdım. Sınıfımıza kütüphane kurmuş olması bizlere okumayı sevdirmesi, resim dersinde sürekli okul bahçesine çıkartıp bizlere ağaçları çizdirmesini anlatırdım. Sonra Metin hoca atandı. Yerine başka bir öğretmen gelmişti. Murat öğretmeni bol bol şikayet ederdim. Derse başlamadan önce ellerimizi kontrol ederdi, kimin tırnakları uzun ise cetvelle vururdu ellerine.
Babam da anlatırdı. Onun zamanında da cetvel ile çocuklar dövülürmüş. Gündüzleri çalışırmış. Akşamları sokak lambasının altında kitaplarını okurmuş. Zor şartlar altında okumuş. Öğretmen olmuş. Çocukları dövmemeye ant içmiş. Dünyada en önemli olan çocukları eğitmekmiş. Bugünün çocukları yarının gelecekleri imiş. Fakir olmak ayıp değilmiş, yamalı elbiseler ile dolaşmak ayıp değilmiş ama yalan söylemek ayıpmış, başkasının hakkında ileri geri anlatmak ayıpmış, hak yemek ayıpmış, hırsızlık yapmak ayıpmış.
Babam çok fakir bir ailede 1935’te doğmuş. Doğduğum yer. İç Anadolu Bölgesinde, Yozgat’a bağlı fakat Kayseri’ye coğrafya olarak daha yakın olan köyümüz, günümüzde benim çocukken ayrıldığım köyümden hiç eser kalmamış. Oynadığımız meydan çocuk aklımda koskocaman idi, fakat aslında minicik bir meydan imiş. O zamanın teyzelerinden, dayılarından, amcalarından dedelerinden, ninelerinden eser kalmamış. Hayatta kalanlar çok az. Oyun arkadaşlarım ise evlenip büyük kentlere göçmüşler.
Babamızı defnettiğimizin ilk günü. Ezan sesi ile uyandım. Duygu patlaması yüzünden gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Özlemişim yurdumu. Yurdum. Burası işte burası. Ahşap evde, yerleri kilimler ile dolu olan, renkli Türk motifli divanlarımız, televizyonsuz babamın kendi elleriyle yaptığı köy evinde doğdum. Hep fidan dikerdi babam. “Bir gün bu fidanlar senin gibi büyüyecek ve meyve verecek” derdi. İnsanoğlunun hayatta yapacağı en önemli şeylerden biri evlat yetiştirmek ve ağaç dikmek” derdi babam.
Kocaman, meyve ağaçları ile dolu dolu bahçemiz, yan tarafta ahırımız. İki ağaca bağlanmış urgan ipten salıncağımız, biz çocuklar, şimdiki çocukların lunaparkı gibi hissederdik. Korkusuz, güvende, emin hissetmenin getirdiği mutluluğu ve huzuru yaşardık. Sabahları uyanır uyanmaz kapının önünde bulurdum kendimi. Sabahları elimi yüzümü yıkadığımı hatırlamıyorum bile. Tek derdim, çoban önde, tanımaları için üzerleri renk renk boyanmış koyunlar peşinde, en son inekler keyifli keyifli yürümelerini izlemek olurdu. Hatırladığım hayvancıkların boyunlarına taktıkları ziller ile koyunların “mee” lemeleri, ineklerin “möö” lemelerini izlemek bana müthiş bir mutluluk verirdi..
Siz hiç koyun ve inek sürüsü gördünüz mü? Yayılmaya giderken, yayılmadan dönerken? Sanki dünyanın en önemli moda dünyasının podyumunda catwalk yapıyorlar. Yavaş yavaş. Gururlu. Attıkları adımlar uyumlu. Hiç acele etmeden, dünyanın kendi ritimlerine uymasının doğal hakkını hissederek çoban önde, hayvancıklar arkada, çıkardıkları sesler benim kulağıma konser dinler gibi gelirdi.
Her sabah kapımızın önüne oturur bu güzelim yürüyüş törenini, sanki dünyanın ünlü modacılarının manken geçidini izler gibi kendi dünyamı unutur, bambaşka gezegende gibi hissederdim. Geçiş töreni bittikten sonra evden ablamın sesi gelirdi kulaklarıma; “Goooncaaaaa bitmedi mi…..? Hadi koş. Elini yüzünü yıka. Bir solukta kümesten yumurtaları topla! Çay hazır hadiiiiiii.” Ben de bir hamlede koşar, kümesten yumurtaları toplar, ablama verir ve salıncakta yerimi alır, kendi dünyamda kaybolurdum.
Ahhh o güzelim köy kahvaltılarımız… Ev yapımı tereyağı, bal, reçel, mis gibi pişi ve yumurtalı menemen. Gurbetçilerin senelerce memleketten Almanya’ya götürdükleri köy ürünleri.
Köyümüzdeki kadınların her günü planlıydı. Her mahallenin hatunları kendi ihtiyaçları düzeyinde toplaşırlar, şu, şu gün yufka açılır. Şu, şu gün erişteler kesilir. Mantılar sıkılır. Börekler pişirilir. Kış için toplu halde her hanenin ihtiyaçlarını hazırlarlardı. Bu hazırlıklar genelde bizim bahçede gerçekleşirdi. Yedi, sekiz hatun yuvarlak yer sofrasını ve oklavalarını kollarının arasına alır, renkli şalvarları, saçlarında renkli yemenileri ile bahçemizde yerlerini alır hem yufkaları açarlar, hem güncel konuları ele alırlardı. Yani kim ne demiş, kimin kızını kime vermişler, kimin kızının düğününde kim ne takmış, ne yemek vermişler hele hele en önemlisi, kimin kızının çeyizi güzelmiş.
Bir kızın çeyizinden marifeti, çalışkanlığı uyumluluğunu anlarlar, ona göre kızın değeri artar, isteyenleri çok olurdu. Kısmetin en iyisi onun olabilirdi. İşte bu bizim bahçede toplanan anneler yanlarında gelinlik kızlarını eğitirlerdi. Yufka açmayı en ince detayına kadar, mantı sıkmayı, sarmalar sarmayı ve daha neler neler o yuvarlak yer sofralarında gerçekleşirdi. Orası genç kızların ikinci okullarıydı. Okul çağındaki kızlar, eve varır varmaz, önlüklerini çıkartır, ellerini yıkar ve “ikinci okul eğitim süreci” başlardı onlar için.
Küçük bir hata da ise oklavanın biri hızlı bir şekilde havaya kalkar fakat nazik bir şekilde hatayı yapan genç kızın parmaklarına hafifçe dokunurdu. O an genç kız hatasının farkına varır tekrarlama ve daha da iyi yapma şansını kullanırdı. Ara ara da kadınlar fısıldaşırlardı “bak, görüyon mu, nasıl da becerikli, nasıl da hamarat.” “Bu gızı isteyeni çoh olur.” Çeyizlerin göstergeli olanlarını ise akşamları anneler ellerine el işlerini alarak kızlarına öğretirlerdi. O ellerden öyle sanat eserleri çıkardı ki, aslında Anadolu kızlarımızın marifetlerini hepimiz biliriz.
Diğer genç kızlar gibi benim öğrenme şansım olmadı. Aklımın beş karış havada olduğunun farkındaydılar ve potansiyel görmüyorlardı muhtemelen.
Yer masasında yerimi aldığım an, elime avucumun içine sığacak kadar hamur verirdi annem, bir de küçük oklava, biraz da överdi beni, o kadar. Birkaç yufka ‘açtıktan sonra’ bırakırdım elimdekileri, koşardım meydanlığa, oynardım oğlanlarla. Ebe, sobe, çömlek çakmak gibi oyunlarda iki gurup oluşturup acıkana kadar oynardık. Sonra ilk televizyon geldi köye. “Kız Dilbeeer, akşama Türkan Şoray’ın filmi varmış, Şavgının evine gidiyok. One göre.”
Akşam vakti, anneler ve çocuklar ellerimizde çekirdeklerimiz ile düşerdik Şavgı dayının evine, TRT’de Türkan Şoray filmi izlemeye. Babam hiç gelmezdi bizlerle. “Siz gidin bende kitabımı okurum” derdi. Kışları kar dizlerimize kadar yağar, biz çocuklar ambardan boş buğday naylonları alır, tepeye çıkar ve tepeden aşağıya kayardık. Naylonun kalınlığına ve büyüklüğüne göre ikişer, üçer kayardık. Doyamazdık.. Ellerimiz buz tutardı. Parmaklarımızı soğuktan oynatamazdık. Artık canımız o kadar yanardı ki, kıpkırmızı olmuş ellerimizi ısıtmak için evlerimize koşardık. Ablam hemen ellerimizi soğuk su altına tutar, sonra, çok sonra sobaya yaklaşıp ellerimizi ısıtmaya izin verirdi.
Yaz aylarında biz kız çocukların en sevdiği ‘oyunu’, önlüklerimizi takıp, ellerimizde bıçak, madımak toplamak olurdu. En büyük marifet ise en güzel madımakları düzgün şekilde toplamak, önlüğümüzde yer kalmayana kadar doldurmak ve evimize gidip, annelerimize vermek olurdu. Akşam ise o taze madımak yemeğinin kokusu bütün evi kaplar ve yoğurt eşliğinde iştahla yerdik. İşte bu köy yemeklerimizin kokusu her zaman burnumda tütmüştür.
İnsan babasını toprağa verdikten sonra yemek çeker mi canı? Benim çekti. Babamla birlikte yer sofrasında yediğimiz o madımak çekti canım. İlk akşamdan söylediğim “Benim canım madımak cekiyooor.” Modernleşmenin getirdiği lüks sayesinde, buzluktan çıkartılan madımak, yoğurt ile birlikte beni tekrar çocukluğuma götürdü. Babam ile birlikte yedim ben o akşam Madımağı. Varlığını hissederek yedim ben o Madımağı.
Babanızı ilk kaybettiğinizde kaç yaşında olursanız olun, kendinizi küçük bir kız çocuğu gibi hissedersiniz. Ben öyle hissettim. Küçücük kız oldum. Fakat aynı anda güçlü kalmayı öğrendim. Katlanabilecek biri olmadıktan sonra şımarmak neye yarar ki? Kendilerini koşulsuz seven birinin varlığı olmadığı için kalplerinde kurumayan bir yara vardır hep. Ne merhem olabilir ki zaten?
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda babamızı defnettik. Ertesi gün ağabeyim bizlerle bir konuşma yaptı; “Allah babamızın yattığı yeri cennet eylesin. Hayat bu. Hepimiz bir gün öleceğiz. Bir yandan canımızdan can gidiyor, bir yandan canımızdan can doğuyor. Babamız gitti fakat torunum, Rüzgar’ımız doğdu. Bana öyle geliyor ki, birileri bu hayata veda ederken, yerini yeni doğan bebekler dolduruyor. Önemli olan sevdiklerimize sımsıkı sarılmak, sevgimizi eksik etmemek. Önemli olan yaşadığımız sürece büyük acılar yaşamamak, kul hakkı yememek. Babamız Allah’ın sevgili kuluymuş ki evlat acısı görmeden, sakat kalmadan, kimsenin eline bakmadan, açlık sefalet ve büyük acılar yaşamadan ayrıldı aramızdan. Şimdi önemli olan hakkımızı helal etmek, ışıklar içinde uyumasını dilemek.”
Çaylarımızı içerken her birimiz babamızla olan hatıralarımızı anlatamaya başladık. Aynı annemde yaptığımız gibi, bir gözümüz ile güldük, diğer gözümüz ile ağladık. Bazen kahkaha attık, bazen de hıçkırıklarla ağladık. Bütün kardeşler susmuş, gözlerimiz yaşlı ağabeyimizi dinliyorduk.
“Bir çocuk dünyaya geldiğinde hayata sıfırdan başlıyor. Hiç bir insan kötü insan olarak doğmaz ki. Bu hayattaki amacımız insan olabilmek. İnsan olmak. Etimiz kemiğimiz ile doğuyoruz fakat insan olmak, hayatta acıyı tatlıyı yaşayarak yoğrulmak, nasıl una suyu katarsın, yoğurursun hamur olur, sonra ekmek olur, bizler de hayatta insan olmak için yoğuruluyoruz. Bebek olarak doğuyoruz, insan olarak ölüyoruz. Hayat hiç kimseye adil olmuyor işte. Artık bundan sonra biz kardeşlerin çok daha sık bir araya gelmemiz lazım. Olmaz öyle ayda yılda bir görüşmek. Bundan sonra sımsıkı sarılacağız birbirimize.”
Biz evlatların senden razıyız. Allah da senden razı olsun babacığım. Sen her zaman arkamızdaki kaya olarak kalacaksın. Arkamızdaki kayalar her zaman sapasağlam kalsın. Aramızdan ayrılan bütün sevdiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum, yattıkları yer cennet olsun. Anne ve babaları hala hayatta olan şanslı arkadaşlara, birbirleri ile bol bol sarılmalarını diliyorum.
Bir Çin Atasözü der ki “Dünyada kusursuz iki insan vardır. Biri ölmüştür, öteki ise doğmamıştır.”
Bu yazıyı Orhan Veli şiiri ile bitirmek isterim.
KİTABE-İ SENG-İ MEZAR
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince…
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
Tüfeğini deppoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
“Ölüm Allah’ın emri,
“Ayrılık olmasaydı.”
Annem ölünce hanım oldum,
Babam ölünce bey oldum sandım.
Diye bir deyim duymuştum,
büyümek bu mudur?
Annem ve babam gittiler ve ben büyüdüm😔
Acı büyütüyormuş demek ki😢
*Oğlunuz babanıza benziyor bence.
İyi günlere büyüsün🤲🏻
Duygu dolu bir öz anlatım
İnsan her okuduğu yazının içinde kendisini hissedemez.Ama ben bu yazının tam da ortasında hissettim kendimi..
Sanki iki arkadaş dertleşir gibi diyalog tarzında bazı paragraflarda kendimi cevap verirken buldum…
Bence süper bir ifade tarzı
Anne babanıza rahmet size de sabırlar diliyorum
Ayrıca Saliha Hanıma da ayrıca rahmet diliyorum
Babam ölünce çocuk mu kaldım büyüdüm mü bilmiyorum.Çok zordu,çok acıydı bir tek onu biliyorum.En güzel anılarımda yaşatıýorum şimdilerde, bu sabah özlemiyle uyandım dualar gönderdim babama hepsinin mekanı cennet olsun inşallah. Yine çok güzel yazmışsınız yüreğinize sağlık
Neguzel anlatmışsın yüreğine sağlık babamla annemi kaybettigim yıllara gittim aynı duyguları hissettim tüm olmuslerimizin mekanları cennet olsun
Babamın oğlu yoktu, bana hem oğlumsun hem kızımsın derdi mutluydu çok şükür bizden,off üç yıl oldu gideli,giderken annemi bıraktı emanet bize.Nur içinde yatsınlar.Güzel ifadelerinle yeniden yaşadım sanki…
Yeniden başınız sağolsun arkada sizin gibi evlatlar ve bir çok eğitim ve öğretim verdiği insanlar bırakmış.
Mekanı cennet Allahın rahmeti üzerine olsun nurlar içinde yatsın. Bütün ölmüşlerimizin ruhu şad olsun inşallah. Başınız sağolsun Allah sabır versin acınızı paylaşıyorum canım arkadaşım goncam. Çok üzgünüm🥲 Demek uzun zamandır suskunluğun nedeni belli oldu. Konu çok acı olsada maalesef hayatın içinden. Yine oldukça canlı canlı duygularını satırlara dökmüşsun. Ellerine yüreğine sağlık. Her zaman olduğu gibi hoş yazılarının devamını bekliyoruz. Sağlıcakla kalın sevgilerimle berlinden selamlar😘❤️🧿
Nasıl güzel bir anlatım. İnsanı içine çekiyor.
Muhteşemsin Gonca Bilgiç. İyiki varsın. Yazıların, tarzın harika. Okumaktan çok zevk alıyoruz
Ne zaman büyüyoruz gerçekten evlendiğimiz zaman mı ,anne olduğumuz zaman mı anne babamızı kaybettiğimiz zaman mı .Galiba arkamızda dağ gibi varlığını hissettiklerimizi kaybettiğimiz zaman .Ne kadar şanslısınız Gonca hanım böyle güzel bir ailede doğduğunuz için sevdiklerimizin ruhları şad olsun
Sevgili Gonca ölümden sonra yazmak zor.Icten yazin bizide o ortak anilara götürdü .Güzel baba ,güzel evlat olmak bu dünyadaki en güzel marifet.
Basin sagolsun.
Ahhh Gonca, yazının her satırında boğazımda bir yumruk, göğsümde bir ağırlık, gözlerimde yaş vardı. Babamı kaybettigimde keşke günlerce hastanede yatsaydi doktorlar umudu kestik deseler di diye ağladım. Biz babamla gece yarısı kahvemizi içtik saat 01.15 ben odama gectim. 01.20 annem babama neyin var canım diye soruyordu.Odalarina gittim babamın başını kucağıma aldım. Artık nefes almıyordu. 01.30 ambulans geldi. 02.00 babamı morga koydular. Yıllarca her gece aynı sahneyi yaşıyordum. Benim babam o dağ gibi adam benimle gülüp şakalaştı yarım saat sonra yoktu. Babam gittiğinde kimsesiz kaldım, annem gittiğinde hiç kimsesiz.
Acını paylaşıyorum, seni anlıyorum. Kalemine yüreğine sağlık 😭
Sevgili Gonca Hanım, Anne ve Babamı kaybettiğimde dünyadaki arkamdaki tüm desteğimi kaybetmiş hissettim.O kadar içten anlatmışsınız ki çok ortak şey yakaladım.Ruhları şad, mekanları cennet olsun.Başınız sağolsun.Kaleminize sağlık.Sevgiler