Yalçın Baykul / TiyatroGazetesi.de
Dönerin önlenemeyen yükselişi
Büyük göçün atmışıncı yılına damgasını vuran en önemli olaylardan biri kuşkusuz sevgili dostumuz Eberhard Seidel’in kaleme aldığı DÖNER kitabıdır (DÖNER / Türk-Alman kültür tarihi). Neden mi?
Ne kadar saysak eksik kalacak bir çok nedenden dolayı…
‘‘Döner bir kültürdür!”
Seidel’in çıkış noktası bu önerme olmuş. Döneri yalnızca karın doyuran, egzotik bir yemek olarak görmeyip, arkasında gizlenen yüzlerce yıllık tarihin ve engin bir kültürün gizemini açıklamaya girişmiş.
Dönerin sosyo-politik, bir o kadar da çok boyutlu öyküsünü çok dilli ve çok kültürlü bir yaşam sürülen Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak Berlin’e uzanışını, oradan da bambaşka bir tasarımla tüm Avrupa’ya yayılış serüvenini ayrıntılı olarak bir o kadar da gerilim romanı tadında betimlemiş kitabında. Yoğun araştırmalara, bir çok söyleşiye, usta gazeteci titizliği ve deneyimine ve her şeyden önemlisi yazarının disiplinli bir sosyolog bakışına yaslanan bu kitap, çok kısa zamanda mutlaka okunması gerekenler belki de en çok satanlar listelerinde hak ettiği yeri kuşkusuz alacaktır.
Hatırı sayılır bir çok olguya değinse de kitabın asıl konusu Türkiye sınırları içinde tüketilen klasik ve alışılagelen döner olmayıp; büyük göçün bir yansıması olarak, ilk kez Berlin’de ortaya çıkan farklı bir döner çeşitlemesidir. Tost makinesinde gevretilmiş çeyrek pide içine sos ve sebze ile birlikte yerleştirilen, ayaküstü tüketilen, her geçen gün yeniliklere açık olan ve her damak zevkine ve her keseye uyarlı olarak sürekli evrilen yenilikçi bir tatdır söz konusu olan. Bir çok Avrupa ülkesinde Berlin Kebabı ya da Cermen Kebabı olarak da adlandırılan döner, artık dünyaca ünlü fast food devleriyle bile boy ölçüşecek, McDonalds’a, Burger King’e kafa tutacak bir konuma gelmiştir.
Yalnızca Almanya’da yılda bir milyar döner tüketildiği göz önüne alınırsa, varın pazarın boyutlarını siz düşünün. Birbiri ardına kurulan döner fabrikaları ve neredeyse her köşede rastlanan dönerci dükkanları ve son yıllarda bazı popüler büfelerde (Mustafa’s Gemüse Döner / Mustafa’nın Sebzeli Döneri) bekleme süresi neredeyse üç saati bulan döner kuyrukları bunun en belirgin göstergesidir. Bunca alışverişin yarattığı işgücü istihdamı ve Almanya ekonomisine katkısı da cabası.
Seidel’in çok belirgin olarak hissedilen, daha önceki gazetecilik ve yazarlık deneyimlerinin imbiğinden geçerek kaleme alınmış olan bu kitap, okura içeriğinde derin bir tarih, siyasal ve toplumbilimsel birikiminin yanısıra, iki kültürü de çok yakından tanıyan ve iki kültüre de bir aydın nesnelliği ve eleştirelliği içinde bakabilen bir yazarın özenini sunuyor. Bir yandan da konunun arka planını ve ilk bakışta görülemeyecek paydaşlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
”Türk kültürü, lokum, şiş kebap ve dönerden ibaret değildir!” diyenlerin uyarıları arasında işe koyulan Seidel, onların ”Bak bu konuyla çok ilgilenirsen, sağdan soldan yaylım ateşine maruz kalısın! Sonra işin içinden çıkamazsın!” yollu dost uyarılarına da aldırmadan ilk döner kitabını 90’larda çıkarıyor.
Aradan geçen çeyrek yüzyıl sonra unutulmaya yüz tutmuş kitabını yeniden eline aldığında değindiği konular her ne kadar güncelliğini korusa da dilininin eskidiğini ve yeni bir dille en baştan yazılması gerektiğini düşünüyor Seidel. Ama bu arada çok şeyler değişmiş oluyor Almanya’da. Duvarlar yıkılmış, Doğu Almanya haritadan silinmiş, Almanya tam bir göçmen sığınağına dönüşmüş, Anadolu kökenli nüfus iki katına çıkmış ve ”Döner İstilası” bırakın bir kaç yıl içinde Doğu Almanya’yı zaptetmeyi, tüm Avrupa’yı zorlamaya başlamış, her şeyden önemlisi geride yıllar önce yaşanan, her yanından ırkçı bir barbarlık akan ”Dönerci Cinayetleri” olgusu da eklemlenmiş öyküye. O öykü ki, içine bulaşan bir kaç istihbarat elemanı ve polisleriyle tam bir sır küpü olmayı sürdürüyor hala. Her ne kadar Merkel’in, ”Bu konuda aydınlatılmayan hiç bir şey kalmayacak, söz veriyorum!” demesine ve aradan geçen yirmi yıla karşın bu konuda bir arpa boyu yol alınamadığı, ister istemez gizemli bir elin sır perdesinin aralanmasına izin vermediği gibi düşüncelere kapılınmaktadır.
Elon Musk’ın Dönerle işi ne?
Göçün ilk yıllarının can alıcı sorusu Aras Ören’den gelmişti: ”Niyazi’nin Naunyn Strasse’de işi ne?” diye. Teknoloji trilyoneri Elon Musk’a dev yatırımlar için geldiği Berlin Adlon Hotel’de gazeteciler soruyor: ”Mister Musk, Alman mutfağında en sevdiğiniz yemek hangisidir?” Verdiği karşılık son yılların en esprili yanıtlar arşivinde kesinlikle yer alacak cinsten: ”The Döner Kebap.”
İşte Seidel’in kitabı da bu espri ile başlıyor. Bir zamanlar ”Ich bin ein Berliner / Ben bir Berlinliyim” diyerek tarihe geçen Kennedy, genç yaşta öldürülmemiş ve hala yaşıyor olsaydı ”Meine Lieblingsspeise in Deutschland ist der Döner / Almanya’da en sevdiğim yemek dönerdir!” de der miydi acaba?
Alman mutfağında en sevilen yemek olarak ”The döner”.
‘‘Der Döner, Die Döner, Das Döner; das ist hier die Frage!” SheakesBier.
Alman mutfağının tadını almış olanlar bilirler, nasıl Eisbein, Schnitzel, Currywurst, patetes ve ekşi lahana ağırlıklı olduğunu. Yeni bir tad olarak, bol sarımsaklı ve acılı sosun bu mutfağa girişi Elon Musk’ın bu sözüyle artık iyice tescillenmiş oldu. Gerçi Angela Merkel’in Alman Parlamentosu yakınlarındaki bir dönerci büfesinden haftada bir kaç kez döner alması da gelecek olan bu tescilin ilk habercileri arasındaydı kuşkusuz. Elon Musk bir el atarsa yapay zeka soslu bir döner çeşidinin de eli kulağında demektir.
Eberhard Seidel’in en ilginç saptamalarından biri de, azınlık yemeği olarak dönerin kendini tüm topluma kabul ettirebilmiş olmasıdır ve bu öyle her zaman rastlanacak bir olay değildir.
İstanbul’da İbo adlı bir Alman
Batı Almanya’da marangoz bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen, daha sonra üniversitede sosyoloji/toplumbilim okuyan Eberhard’ın Döner Kitabı’nın öyküsü çok eskilere dayanıyor. 80’li yılların başında yaptığı uzun bir Türkiye gezisine.
Ne kadar şanslıyım ki, o yıllarda onunla yollarımız kesişti ve uzun uzun sohbet etmenin dışında, gazetecilik faaliyetlerine de eşlik edebildim. Laf aramızda benim de gazetecilik tozunu yutup bu işe atılmamda çok büyük payı var, Eberhard’la bu buluşmanın.
Bildik tanımlamayla ”Haymatlos” adı verilen Alman sığınmacılarından arta kalanları araştırıyordu Eberhard, özellikle Hitler sonrasında Almanya ve Avusturya’dan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne kaçıp sığınanları ve hala hayatta olanları…
Bu konuda Tageszeitung/TAZ’da üzerinde benim de fotoğrafımın bulunduğu çarşaf gibi bir yazı da yayınladı. Aynı yazının daha uzun ve ayrıntılı haline ”Unsere Türken / Bizim Türklerimiz” adlı kitabında da yer verdi. Avusturya’dan Hitler’in işgali ile Türkiye’ye kaçan Franz Fischer‘in nasıl Kamil Kaya adını alıp Büyükada’ya yerleştiğini, adanın kimsenin yaşamadığı kayalık ve makilik güney yönünde yalnızca tavuklarıyla birlikte mağarada yaşayıp da nasıl ”Robinson Kamil”e dönüştüğünü anlattığı ibretlik bir öyküydü bu. Bu öykünün başından sonuna dek hep birlikteydik; hatta Robinson Kamil, aradan geçen kırk yıl sonra Almancayı iyice unuttuğu için, iki Alman arasında çevirmenlik yapmak gibi komik ve bir o kadar da garip duruma bizzat tanık olmuştum.
Eberhard nasıl ”Bizim İbo” oldu?
O dönemde Samatya’da bir öğrenci evimiz vardı ve dört arkadaş birlikte kalıyorduk. Üç katlı, eski bir mahalle evi idi ve altımızdaki iki katta büyücek bir Ermeni ailesi otururdu. Mahalle bakkalımız da Ermeniydi, adı Sarkis Amca’ydı. Züğürt kaldığımızda ”Sarkis Amca, yaz deftere!” derdik, çok üzgün ve kırgın bir hali vardı, sesini yükseltmekten bile korkar gibiydi. Her resmi bayramda pencereleri ayyıldızlı bayraklarla ilk donatan onlar olurdu Kuru Sebil Sokak’da. Zamanın solcu öğrencileri olarak, ”Niye bu kadar milliyetçilik taslıyorlar?” sorusunu sıkça sorardık, ama cevabını aradan on yıl geçtikten sonra öğrendiğimizde utançtan yerin dibine girdiğimizi bugün gibi hatırlarım.
Darbe, solu silindir gibi ezmişti. Öğrenci yurtlarına müdür olarak komutanlar atandığı ve her daim kılık kıyafet, saç sakal denetimi yapıldığı için bize yol görünmüş, bir kaç arkadaş bir araya gelip ev tutmuştuk. Umutsuzduk, kırgındık, el yordamı ile hayatta ve ayakta kalmaya çalışıyor, yaşayarak direniyorduk.
İşte tam öyle bir ortamda Eberhard ile tanıştık. Uygar bir ülkeden gelmiş, çakı gibi bir gazeteciydi. Hiç kaçırmadık bu fırsatı, sorular yönelttik ona, uzun kahvaltılarda, uzun akşam yemeklerinde, sayısız sigara, bira ve şarap tükettiğimiz sonsuz dumanaltı sohbetlerimizde. En uzun çevirmenlik deneyimlerim o zamana rastlar. Benim gibi çiçeği burnunda bir Almanca öğrencisi için bulunmaz bir fırsattı bu. Üstelik çeviri ve çevirmenliğin nasıl kutsal bir amaca (kültür elçiliği) hizmet edebileceğinin de bilincine vardığım yıllardı.
İşte o dönemde ilk yazım Yeni Olgu dergisinde iki sayı peşpeşe yayınlandı: Gençliğin Alternatif Yönelişleri. Yazının yarısı Eberhard ile konuşmalarımıza, onun gösterdiği kaynaklara dayanıyordu ve çok büyük bir ilgi ile karşılanmıştı.
O buluşma, bambaşka ufuklar açtı önümüzde ve çok sevdik Eberhard’ı. O da kısa zamanda müdavimi olduğumuz Süleymaniye’deki öğrenci kahvelerine gelmeye başlamış, hatta zaman zaman Sanus Büfe‘de yardımcı eleman ve temizlikçi olarak çalışmaya başlamıştı. Kısa zamanda İbo adını almış, hatta hızla ”Bizim İbo” mertebesine bile ulaşmıştı. Elinde sözlüğü ve defteri ile Türkçe öğrenmeye de çabalıyor, hiç bir sorumuzu karşılıksız bırakmıyordu.
Bir anımı hatırladıkça hala gülerim.
Arkadaşlar bizim evde yine toplaşmış, şu an ne olduğunu hatırlayamadığım bir konu konuşuyorlar ve İbo’ya Türkçe bir şey anlatıyor, ardından ilgiyle soruyorlardı ”Neden?” Uzaktan kulak misafiri oldum, aralarında çeviri olmadan nasıl anlaşacaklar diye merakla bekliyordum. Sorudan sonra İbo bir sözlüğe bakıyor, bir düşünüyor, zorlanıyor bir daha sözlüğe bakıyor; gelgelelim bir türlü sorulana karşılık veremiyordu. Diğerleri ise merakla ondan gelecek cevaba kilitlenmişler, öylece İbo’ya bakıyorlardı. Ağır bir sessizlik egemendi ortama. Sonunda dayanamayıp sordum, ”Konu ne oğlum?” İbo’ya da Almanca olarak aynı soruyu yönelttim, dedi ki: ”Ben anlamıyorum, ne demek ”Medem”? Gülmekten kendimizi yerlere atmıştık. İbo’nun sözlükte arayıp da bulamadığı sözcük, iletişimi kilitlemişti anlaşılan.
O dönemden arkadaşlar hala gülümseyerek ve sevgiyle sorarlar: ”Bizim İbo’yu görüyor musun Berlin’de, ne yapıyor?” diye.
Dostluğumuzun Berlin yılları
Sahi ya, dostluğumuz Berlin’de de sürdü.
Okulu bitirir bitirmez soluğu Berlin’de aldığımda, Moabit’te ilk sığındığım yer İbo’nun da oturduğu işgal ev oldu. Önceleri kendi odasında kalmama bile izin verdi İbo. Daha sonra aynı evde kendime ait bir odam, bir de işim oldu. Kendime ait bir pikap, bir bisiklet, bir gitar ve bir saz da üstüne tuz biber ekti. Berlin’de hayata karışmama İbo’nun ve işgal evde kurduğum dostlukların çok büyük katkısı oldu. O evde yaşadıklarım yaşadıkça aklımdan çıkmayacak anılar bıraktı bende.
Bu arada TAZ’da yayınladığı ”Berliner Existenzen / Berlin’de Yaşayanlar” köşesinde yine bir çok söyleşiye birlikte gitmiştik.
Aradan geçen yıllarda Eberhard, Gençlik kültürüne ve gençlik örgütlenmelerine yoğunlaştı. Özellikle Klaus Farin ile birlikte Gençlik Kültürü Arşivi Derneği’ni kurmanın yanısıra bir çok ilginç kitaba imza attı. Unsere Türken / Türklerimiz, Wendejungen / Dönüşümün ve Birleşmenin Gençleri, Krieg in den Städtten / Kentlerdeki Savaşlar, Skinheads / Dazlaklar…
O dönemde ben de gençlerle tiyatro yapma çabasındaydım, bir çok oyunumda da karşılaşmıştık Eberhard’la. Hatta, içinde rol aldığım nadir oyunlardan biri olan ”Arabesk Punk Niyazi” üzerine uzunca bir yazı bile çıkarmıştı Tagesspiegel‘de. O zamanlar göçmen bir sanatçı olarak Alman medyasında yer almak herkese nasip olmazdı.
Döner Kitabı’ndan önceki konuşmalarımızda eski günlerden fotoğraflar gerektiğinde ilk aklıma gelen Eberhard oluyordu ve o, ne yapıp edip buluyordu gerekli fotoğrafları.
”Irkçılığın olmadığı cesur okullar” projesinde yönetici ve basın sözcüsü olduğunu anlatmıştı ki bu bile başlı başına üzerinde durulması gereken bir konudur aslında.
Dönerin geleceği, geleceğin döneri ve gelecekteki Döner Oligarkları
Kitaptan öğrendiğimize göre, ne tam Türk, ne tam Alman, melez bir yemek türü ile karşı karşıyayız.
Bu tür ilk kez 70’li yılların başında Berlin-Kreuzberg’te ortaya çıkıyor. Başta dar gelirli konuk işçilerin ve mağdur durumdaki vatandaşların geçiştirme ve açlık yatıştırma yöntemiyken hızla benimseniyor ve katışıksız bir fast food / street food kültürüne dahil oluyor. Çalışan, çalışmayan, genç yaşlı herkesin benimsediği ve zevkle mideye indirdiği, en kestirme yoldan ulaşılan en egzotik bir yiyeceğe dönüşüveriyor.
Pazarın sonsuz doyumsuzluğu ve artan talepler, dönerin Kreuzberg’de başlayan serüvenini bir anda tüm Berlin’e, oradan da tüm Almanya’ya sıçratıyor. Artık Döner, onbinlerce kişinin istihdam edildiği, milyonlarca kişinin severek tükettiği, binbir çeşidi ve yöntemi olan bir endüstriye dönüşmüş durumda.
Şinitzeli, köri wurstu ve hamburgeri sollayalı çok olmuş dönerin. Karşılaştırıldığında dönerin kardeşleri olan Yunan kökenli giros ile Arap kökenli şavarmanın bile esamesi okunmuyor Avrupa’da hızla yaygınlaşan street food hareketinde.
”Bir kültür elçisidir döner, hem de biz gazetecilerden çok daha kalıcı ve doğrudan etkisi olan” diyor Eberhard. Öyle bir kültür elçisi ki, önyargıların canına okuyor, yeni ilgilerin, yepyeni dostlukların ve taze başlangıçların doğmasına ön ayak oluyor. İlk Türkçe sözcükler öğreniliyor döner büfelerinin önünde, ilk gezi planları yapılıyor, belki de ilk aşkların kıvılcımları çakıyor…
”Döner’e en çok direnen duvarların yıkılışından sonra Doğu Almanya oldu” diyor Eberhard. ”Döner büfelerine yüzlerce saldırı tertiplendi, dönerciler dövülüp tartaklandı, hatta ölümle sonuçlanan saldırılar, bombalamalar gerçekleşti. Böyle olduğu halde döner kültürü ”kurban” olarak kabul edilip, bu olayların bir skandal olduğu kabullenilmedi Alman kamuoyunda.”
Peki neden böyle oldu diye sorduğumda, şu ibretlik karşılığı alıyorum ondan:
”Özellikle 11 Eylül’den sonra tüm Türkler bir anda müslüman olarak bir kefeye konuldu. Onlara karşı ne yapılırsa yapılsın, nasıl kurban edilirlerse edilsinler, onlar yine de düzeni bozan, toplumun rahatsızlık duyduğu, uzak durulması gereken ”failler” olarak algılanmayı sürdürüyorlar ve başlarına ne gelirse gelsin, asla kurban olarak görülmek istenmiyorlar.”
Ama yaşanan tüm olumsuzluklara karşın dönerin eski Doğu Almanya seferinin hayran olunası bir başarıyla gerçekleştiğini ve bunun daha da kökleşeciğini mizahi bir dille anlatıyor Eberhard. Üstelik Neonazi hareketinin çok güçlü olduğu kentlerde bile, dazlaklar da dahil gizli gizli de olsa bolca döner tüketilmeye başlanmış bile.
Hatta kitapta yer alan ünlü Neonazi saldırılarının gerçekleştiği Hoyerswerda’da çalışan bir dönerciden aktarılan anektod, söz konusu olguyu doğrular ve gelinen noktayı onaylar nitelikte: Dazlaklar bir yandan sığınmacı yurtlarını taşlayıp ateşe verirken, ”Yabancılar dışarı! Almanya Almanlarındır!” diye höykürür ve bir yandan Hitler selamı verirken öbür ellerinde tuttukları döneri zıkımlanıyor, ağızlarından döner sosları aşağıya akıyormuş.
Nedendir bilmem, birden Bavyera’daki akrabalarımın pazar günleri gizli gizli Wurst/sosis yeme seansları geldi aklıma. Hardal ve bol baharatlı domates sosu ile ne de tatlı gelirdi bize, parmaklarımızı yalardık sonunda. Amcamın küçük oğlunun iştahı iyice açılır, bir porsiyon daha yemek ister, yengem masraf olur diye reddederdi. O da sinirlenir, ”Büyüyünce istediğim kadar, hem de her gün sosis yiyeceğim, hem de patlayıncaya kadar! Görürsünüz siz!” diye bağırıp çağırıyordu.
Son bir anıyla bitirelim.
Duvarların yıkıldığı gün
Kreuzberg’in tam göbeğinde oturduğum üçüncü katın kapısı çalındı. Işıklar içinde uyusun, Kerim Afşar ve eşi ile iki büyüğün canına okuduğumuz unutulmaz bir akşamdan kalmayım, gelişmeleri atlamışım. Yani devrim ben sarhoşken gerçekleşmiş.
Kapıyı açıyorum karşımda o günlerde staj yaptığım Doğu Berlin’deki Berliner Ensemble’dan bir düzine arkadaş. Aralarında dekorcusundan suflörüne, kostümcüsünden asistanına aylardır yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen dostlar. Bir an rüya görüyorum sandım: ‘
‘Siz? Burada? Ulan kaçtınız mı yoksa? Nasıl başardınız?”
Silke, ”Yok duvarlar yıkıldı, biz de özgürüz artık. Türklerin konukseverliği ile ünlü Yalcin bize birer döner ısmarlar artık dedik ve geldik!” dedi. Arkadakiler de gülerek onayladılar…
”Ama, önce nasıl yendiğini anlatacaksın bize!”
Daha önceki gün Silke ile Brecht’in müdavimi olduğu Trichter isimli barda oturup söyleşmiş, gözlerinden yaşlar süzülürken ”Tüm umudumuz Gorbi’de!” demişti bana. Hayatın akışı nasıl da hızlanmıştı. Tarihsel bir dönüşümün tam ortasındaydık vesselam.
O dönemde iki dönerci gözüme çarpmıştı. Biri ”Dönmez Kebap” diğeri ”Döneria” idi. İkisi de çok kısa zamanda iflas bayrağını çekti. Sanırım hayatın olağan akışına ve doğanın evrimine kimsenin karşı duramayacağı içindi.
Ne diyelim, dünya döner, devran döner, dünya yansa, yıkılsa da hem dünya, hem de döner dönmeye devam eder…
(c) Fotoğraflar: März Verlag, Yalçın Baykul, Hüseyin İşlek ve Münir Bağrıaçık
İlk yorum yapan olun