NUH’UN TORUNLARI

Hikayeler Devam Ediyor

Seldağ Vardal / DieGazete.de

Uzun süren bir eğitim sürecinden sonra diplomasına kavuşmuş bir gencin heyecanı. Ya da piyangodan milyon dolarlar çıkmış bir insanın mutluluğuna benzer bir ruh hali içinde, biraz da sesim titreyerek arkadaşıma telefon açtım. “Bil bakalım nereye gidiyorum” dedim. Bilemedi tabi ki. Ben, Şırnaakk dedim büyük bir sevinçle. Arkadaşımsa saniyelik bir duraksamadan sonra “Çıldırdın mı sen? Canına mı susadın?” diye sordu. Üstelik kızgın bir sesle. Yüz ifademi görmenizi isterdim. Sevincim kursağımda kalmıştı. Peki dedim kendime, pes etme diğerini ara. Aradım ve aynı heyecanla aynı soruyu yönelttim.  O da “Delirdin mi? Başka yer mi kalmadı” diye yanıtladı korkak bir ses tonuyla.

Sevincim öyle bir düğümlenmeye başlamıştı ki boğazımda, du bi dedim kendime üçüncü arkadaşını da dene. Artık ya boğulursun, ya da yutarsın bu sevinç lokmasını. Aradım. Aynı heyecanla ona da sordum. “Haydaaa manyak mısın sen yaa. Ne gereksiz heyecanlar yaşamaya kalkıyorsun böyle” deyince, anladım ki sevdiklerimle paylaşmak istediğim bu mutluluğu, kendime saklamam gerekli. Sadece dertlerin değil, mutlulukların da bazen paylaşılmaması gerektiğini söylerler ya hani. Belki buda böyle bir şeydi işte ki ben bu söylenenin doğruluğundan emin değilsem de. Üstelik daha neler saydıklarını burada yazmıyorum bile. Eee tabi  tüm bu söylenenler beni etkilemedi dersem yalan olur. Hele ki bunları birde sizi sevenler dile getirmişse vay halinize.

Beynimin içinde çarkıfelek gibi dönüp duruyordu yaptıkları değerlendirmeler. Dönüyor dönüyor hoop duruyordu ve ok pusu sözcüğünü işaret ediyordu. Sonra ben yine çeviriyordum, dönüyor dönüyor hoopp duruyordu ve ok terör sözcüğünü işaret ediyordu. Haydiii ben bir daha çeviriyordum. Çark bir daha dönüyor dönüyoor hooopp duruyordu ve ok çatışma sözcüğünü işaret ediyordu. Tahmin edeceğiniz üzere ben artık  yorgun ve çaresiz bir şekilde, bu feleğin çarkıyla baş edemeyeceğim galiba diye düşünürken, birden bir ses duydum. Ses gönül kapımdan geliyordu. Bu kez konuşmamıştı. Sadece kapıyı tıklamıştı ama ben anlamıştım ne söylemek istediğini. Feleğin, kaderin, egonun, nefsin, şeytanın, kapitalistlerin, emperyalistlerin, ya da sosyalistlerin çarklarının işaret edeceği çok şey vardı. Hatta iyi ki vardı. Yoksa kendiyle baş başa kalacaktı şu yaratılmışların en yücesi olan insan. Bende sessiz bir şekilde gücümün yetmediği dış dünyama değil de, içimdeki çatışmaya bir ara verip ateşkes ilan ederek gönül kapımın gösterdiği yöne doğru ilerledim. Biraz korkunun ecele faydası yok mottosu, biraz da tevekkülü tatmış bir beşer olarak Şırnak’a doğru yola koyuldum.

Ve işte tevekkül daha yoldayken kendini gösteriverdi. Normalde otobüsler Cizre’ye kadar gidermiş. Sonrasında daha küçük araçlarla devam edilirmiş. Bunu duyunca biraz gerildik tabi. İki bisiklet, heybeler çok zor olacaktı. Çaresiz kabullenip, du bakalım dedik. Tam Cizre yakınlarında firmadan telefon geldi. Bodrum’a gitmek üzere bir işçi kafilesini almak için otobüsün Şırnak’a kadar gitmesini istediler. Genç muavin çok şaşırdı. “Ne kadar şanslısınız. yedi yıldır bu firmada çalışıyorum. İlk kez Şırnak’a kadar gidildiğini görüyorum” deyince gülümseyerek, tevekkül belki de bir keyif halidir dedim kendime. Sonunda 27-28 saatlik bir yolculuktan sonra ayaklarım davul gibi şişmiş bir vaziyette vardık Şırnak’a. Bu arada yolculuk sırasında vakti iyi değerlendirmek adına Şırnak tarihine biraz bakınmıştım. Bazıları buranın tarihinde ne ola ki diyebilir. Lakin o kadar güzel ve o kadar özel bir tarihe sahip ki Şırnak. Açıkçası bende bilmiyordum. Şimdi önce çok kısa olarak tarihindeki bu özel noktayı anlatayım sizlere.

Nuh Tufanı hikayesini tüm dünya bilir aslında. Büyük bir çoğunluk, bu felaketin M.Ö. 4100 yıllarında gerçekleştiğini savunurmuş. Aslında bu tufan, sadece üç büyük kitapta değil, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan’da bazı destanlarda, hatta İngiltere’nin Galler bölgesinde ve İskandinav Edna efsanelerinde dahi anlatılırmış. Tufandan sonra geminin nerede karaya oturduğu konusunda ise farklı rivayetler varmış.  Örneğin tarihçi Faustus, Suriye İncilinden hareketle gemi kalıntısının Anadolu’da Cudi dağında olduğunu söylermiş. Tabi bu durumda Arkeologlara çok iş düşüyor. Yani bu rivayetten yola çıkarsak Şırnak, Nuh’un gemisinin kalıntılarının olduğu söylenen Cudi Dağı’nın eteklerinde kurulmuş diyebiliyoruz. Evet o adı sonradan bir tehlike çağrıştıran Cudi Dağı, belki de yaşamın yeniden devam etmesine sahiplik etmiş tarihin derinliklerinde bir yerde.. Bundan dolayıdır ki buraya  Şehr-i Nuh denmiş. Sonraları Şerneh ve Kürdara daha sonrada Şırnak adını almış. Bazıları Gut, Babil ve Asur kitabelerinin burada olmasını ve Cizre surlarının gemi şeklinde oluşunu, tarihi yaşanmışlıkların bir göstergesi olarak sayıyormuş.

Yani Şırnak, aslında bildiğimiz Şırnak olmanın ötesinde bir yer. Sizi bilemem, ama ben bunu okuduğumda çok heyecanlandım. Eğer bu hikaye doğruysa ve eğer Nuh’un gemisi tufandan sonra burada karaya oturduysa “Vay be. Nuh’un torunlarıyla tanışmaya gidiyorsun da haberin yok” dedim kendime. Haydi bakalım lafı fazla uzatmadan şimdi benimle beraber 1. Şehr-i Nuh Bisklet Festivaline katılarak, Nuh’un şehrini gezip torunlarıyla tanışmaya hazırsanız açıyorum şehrin kapılarını. Hepiniz Şehr-i Nuh’a Bi xer Hatiii (Hoş geldiniz ).

Biz Musafa ile, festivalden bir gün önce gelmiştik ki, onca yoldan sonra dinlenip biraz da şehri gezelim diye. Otobüsten iner inmez Kader hocamızı aradık. Onun kim olduğunu daha sonra anlatacağım sizlere. Geldiğimizi belirttik. “Tamam hemen arkadaşları ve arabayı gönderiyorum” dedi. Çok sürmedi. Bir de baktık etrafımızda gencecik arkadaşlar beliriverdi; “Hoşgelmişsiniz” deyip hemen birer limonata ve kek ikram ettiler. Eyüp, Hamza ve Abdurrahman. Adları o an için aklımda kalmasa da festival boyunca hep yan yana omuz omuza olduk bu delikanlılarla ve böylece isimleri bir ömür boyu kazındı hafızamıza. Ben bir yandan isimleri ezberlemeye çalışırken, diğer yandan da mırıldanıyordum. Demek Nuh’un torunlarının da iki göz, iki kulak, iki el ve iki ayağı varmış diye. Ve derken de kendime gülüyordum. Ama onlara hiç söylemedim bunu. Ne o anda, ne de festivalden sonra.

Bizi konaklayacağımız yer olan Şırnak İl Spor Müdürlüğünün bahçesine  götürdüler. Bir de baktık erken gelen bir başkası daha varmış. Üstelik ne güzel bir tesadüftür ki o da eski bir Almancıymış. Ve onun o efsane bisikletini görünce, deliliğinde dereceleri olduğunu anladım. Fotoğrafına bakınca inanın hak vereceksiniz bana.

Neyse çadır kurduk. Yerleştik derken akşam üstü oluverdi. Kader hocam ve gençler ateş yakıp çay demlediler. Kaçak çay. Almanya’da marketten alıp içtiğiniz çaylara burada kaçak deniyor. Ama kaçak falan değil aslında. Eskidenmiş o, çook eskiden.  Şimdi eğer isterseniz, siz de bir kaçak çay demleyin. Sonra yaslanın arkanıza ve yavaş yavaş bu torunları tanımaya başlayıp,  söylediklerine kulak verin lütfen.

Hamza Başak, 23 yaşında  Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu Spor Yöneticiliği bölümünde okuyor ve diyor ki; “Festivalin yapılması, benim için çok heyecanlı ve coşkuluydu. Türkiye’nin dört bir yanından insanın gelmesi, onlarla bisiklet sürecek olmamız anlatılmayacak kadar güzel ve mutluluk vericiydi. Ayrıca gelen misafirlerimizin memleketimiz hakkında yaptığı güzel yorumlarda bizi çok memnun etti. Güzel bir kültür kaynaşması oldu. Dostluklar ve kardeşlikler biriktirdik.” Hamza, festival sorası devam ettiğimiz turda bize Cizre’ye kadar eşlik etti.

Abdurrahman Akın. 22 yaşında. Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği okuyor. “Bisiklet sürmek öteden bu yana hobimdi ve festivalin yapılacağını duyunca çok sevindim. Hemen gidip bir bisiklet aldım kendime. Kesinlikle katılmalıyım diye düşündüm. Misafirlerimizi en iyi şekilde ağırlamak, onlara yardımcı olmak bize gurur verecekti. Ve çok da memnun kaldık. Çok güzel insanlar tanıdık. Arkadaşlıklar kurduk. Bir bisiklet festivalinin bu kadar birleştirici olacağını hiç düşünmemiştim. Tekrar yapılmasını çok isterim” diyor.

Abdurrahman, festival sonrası  konakladığımız son gün yanımıza geldi. Annem gönderdi diyerek bir paket açtı. Keçileri varmış. Yaptıkları keçi sütlü yoğurdun ayranı, peyniri ve harika bir yufka ekmek yollamış anne bize. Nasıl olduğunu ben anlatmayım gidin tadın ve kendiniz karar verin lütfen.

Sonra bir de Ramazan Bil vardı. Nuh’un hafif tombik torunu. Ama öyle hareketli ki hani eli hızlı, iş bitirici dediklerinizden. 26 yaşında aslen Silopi doğumlu. Mobilya aksesuar işiyle uğraşıyor. Mardin Artuklu Üniversitesi Elektronik Bölümü mezunu. “Bu bölgede doğup büyümeme rağmen Şırnak’ın ötesine geçmemiştim. Festival sayesinde Beytüşşebap, Uludere Habur gibi yerleri gördüm. Ve yeni arkadaşlar edindim” diyor ve ekliyor; “Artık Türkiye’nin her yerinden arkadaşım olduğunun farkındayım.”

Ramazanın çok da şeker bir annesi vardı. Hani şu oğlunu merak edip arayan annelerimiz vardır ya onlardan. Hele amcasıyla olan maceraları komedi filmlerine senaryo olabilecek ölçüdeydi. O anlattı biz güldük. Sonra derken artık yatma vakti gelince, herkes çadırına çekildi ve sıra benim korkularıma geldi. Çünkü tepemizde sürekli olarak askeri helikopterler uçuyordu. Ben buralarda yılan da olur şimdi diye düşünürken, bu sesler feleğin çarkını döndürmeye başlamıştı kafamın içinde.

Aklım eyvah tehlike diye bağırırken, yüreğim yat uyu yok bişi diyordu. Arkadaşlarımın söylediklerini hatırladım. Yoksa haklı olabilirler miydi? Ben canıma mı susamıştım. Bunlar neden tepemizde uçup duruyorlardı böyle. Berlin’de İkinci Dünya Savaşını deneyimlemiş yaşlı kuşağı düşündüm o an. Bombalar Berlin’in üzerine yağarken, nasıl korkmuş, nasıl titremişlerdi. Arada dinlerdim, bu hikayeleri onlardan. Demek bu korku böyle bir şeydi. Kimseyi uyandırmadım. Çünkü kimseden ses çıkmıyordu. Ya ben, tek korkaktım, ya da herkes benim gibi düşünüp susuyordu. Sonunda sızmışım ama helikopterler bütün gece çalıştı. Sabah olunca kahvemi içerken hemen sordum; “Neydi bunlar diye. Tabura yemek lojistik getirip götürürlermiş. Burada alışkınmış insanlar bu sese. Benim ne Berlin’deki yaşlılar, ne de buradaki yaşayanlar gibi bir deneyimim olmadı. Kahvemi yudumlarken bunları düşündüm ve şükrettim halime. Bir de dua ettim dünyaya barış ve huzur gelsin diye.

Sonra sıra kahvaltıya geldi. Yan tarafımızda minnacık tepe gibi bir yerde kadınlar bir şeyler yapıyorlardı. Tandırmış. Mahalle kadınları gelir sırayla ekmeklerini yaparlarmış. Ramazan sesleniverdi kadınlara, bir de baktık ki bizimle paylaşıverdiler ekmeklerini. Ben batılı terbiyem ve anlayışımla ucundan bir tadına bakayım dedim. Hani ekmek yemiyorum ya. Amanınnn o ne dehşet güzel bir tat öyle. İçimdeki batılıya bir bakış fırlatıp hadi oradan dercesine, yumuldum tandır ekmeğine. Ben bir daha nerde bulurum bu tadı diye. Yolunuz düşerse sorun, isteyin hatta kapıları tıklayın çekinmeyin. Çünkü bu torunlar, hala ekmeğini paylaşanlardan.

O gün Şırnak’ın içini dolaştık biraz. Gerçekten yayla havasında olabilecek kadar yukarıda ve çook yokuşlu bir coğrafyası var. Son olaylardan sonra yeniden yapılandırıldığından dolayı görünüş itibarıyla sıradan bir kent işte. Hani şu her yer beton dediğimiz görüntülerden yani. Sonunda dolana dolana biraz Cudi’yi, biraz da Gabar Dağı’nı seyrede seyrede akşamı yaptık.

Akşam üniversitenin yemekhanesinde yemek yeneceği için bizim gibi erken gelenlerin hepsini minibüslerle oraya taşıdılar. Bizim minibüs, yüzyılımızın güzel bir fotoğrafıydı bence. Önce Kürtçe şarkılar söyledik, sonra erik dalıyla oturduğumuz yerde kolları kaldırdık ve en sonunda İsmail YK’dan “Bas gaza aşkım. Bas gaza” şarkısını söyler bulduk kendimizi. İçinde bulunduğumuz ve alkış tuttuğumuz renkliliğe sevinerek baksam da, ateşkes ilan ettiğim iç dünyamda şaşkınlık vardı. Ve çarklar dönmeye başlamıştı ama ben dönen çarklara rağmen mırıldanmaya devam ettim. Bas gaza insanlık. Bas gaza kim tutar seni bas gaza.

İşte böyle güle oynaya, bazen insanlık için bazen de, neye olduğunu dahi bilmeden gaza basa basa festivalin birinci gününe gelmiştik. Merkezde yapılan bir açılış konuşmasından sonra iki yüzü  aşkın katılımcıyla birlikte kim tutardı bizi artık. Bizde bastık pedallara. Bu arada hemen belirtmeliyim ki Şırnak gibi adı tehlike çağrıştıran bir yerin merkezinde yapılan bu konuşma sırasında, yoğun da bir güvenlik söz konusuydu ki bu durum festival boyunca da devam etti. Yani gereken neyse gerektiği gibi yapıldı. Ancak iki yüzü aşkın bisikletçi, valilik, kaymakamlık, polis, jandarma ve Şırnak halkı çok heyecanlıydı. Biz burada olmaktan, onlar da böyle bir organizasyona imza atıyor olmaktan, dolayı garip bir mutluluk vardı içimizde. Ve bu hepimizin yüzüne yansıyordu bence.

Neyse fazla uzatmayalım düşelim yola. İlk hedef Şenoba. Bu ilk günün parkurunda geçtiğimiz köyler ve yollarda çok fazla rampa yoktu. Şırnak’ın içindeki rampalardan sonra, bu rotaya çok sevinmiştim. Üstelik yollar bozuk da değildi. Geçtiğimiz köylerde çocuklar el sallıyor, evinin önüne çıkan kadınlar da hayretee diye sesleniyorlardı. Öğrenmiştik biz de Spaass diye karşılık veriyorduk. Eğer yanlışlıkla bir evin önünde dinlenmek üzere durduysak, hani kapı önü gölgedir diye, anında ev halkının çay, ayran, ya da buz gibi su ikramıyla karşılaşıp şaşkına dönüyorduk. Ve bence biz batıdan gelen az sayıda bisikletçi, konuşmasak da sanıyorum içimizden aynı şeyleri soruyorduk kendimize. SEN NERELERDE PEDALLADIĞININ FARKINDA MISIN diye. Diğerlerini bilmem de, ben yine tevekküle sarılmış basıyordum pedallara ve bu sorunun yanıtını aramaktansa Nuh’un torunlarını tanımaya devam ediyordum.

İşte bu torunlardan biri daha. Ahmet Sevim. 26 yaşında. Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi bölümünü okumuş. Şimdi Çukurova Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyor. Akademisyen olmak istiyor. Şırnaklı olmasına rağmen, çoğunlukla başka kentlerde yaşamış. “Dışarıda gördüğüm bu çok kültürlü sportif faaliyetlerin burada olması beni çok mutlu etti ve duyunca gönüllü olarak çalışmalara katılmak istedim” diyor. “Şükür ki memleketimizi tanıtmış olduk ve çok güzel insanlarla da, tanımış olduk” diye de ekliyor.

Ahmet, festival sonrası ille de bize konuk olacaksınız deyince Mustafa ile bir birimize şaşkın şaşkın bakına kaldık. İnsan bu misafirperverlik karşısında, hayır derken yüzü kızarıyor. Neyse ki bizi anlayışla karşıladı ama “Madem gelmiyorsunuz, o zaman çamaşırlarınızı verin annem onları yıkayacak”  dedi ve gerçekten de öyle oldu. Beş gün kaldığımız Şırnak tan ayrılıp kendi turumuza devam ederken sayelerinde her bi şeyimiz tertemizdi.

O gün öğle yemeğini Balveren’de yedik ve  yerken de halay çekmekten geri durmadık.  Akşamına da ilk konaklama yerimiz olan Şenoba’ya vardık. Katılımcılar “Milli maç vardı bugün” deyince hemen oracığa bir ekran kuruverdiler. Açıkçası ben çok yorgundum. Bu tip festivaller taşımalı oluyor. Yani her gün farklı bir yerde konakladığınız için çadırlarınızı akşam kuruyor, sabah tekrar topluyorsunuz ve çuvallara koyup arabaya yüklüyorsunuz.

Siz pedallayarak, çadırınızda arabayla diğer konaklama yerine doğru yola çıkıyorsunuz. İşte biraz bundan dolayı, biraz yol boyunca bizi korumakla yükümlü olan Jandarma ve Polisi gözlemlemekten ve sanıyorum biraz da kapılara çıkarak ekmeğini aşını bizimle paylaşan bu insanları görüp şaşkına uğramaktan ötürüydü benim bu yorgunluğum. Ama ben yorgunluğu severim. Çarkların ne yana döndüğünü umursamaz o. Üzerine düşen görevi yapar ve hoopp uyutuverir sizi. Ben de öylece uykuya dalıverdim gitti işte.

Sabah kahvaltıdan sonra, çadırları toplayarak güle oynaya düştük yola. Çünkü biraz daha alışmış, acık daha kaynaşmıştık birbirimizle. Bugün hedef Yemişli idi. Biraz rampa var arkadaşlar dendi. Aman Allahım biraz mı akşam altıyı yirmi geçiyordu, ben henüz hedefe varamamıştım çünkü rampalar hala bitmemişti. Biraz indi yürüdü, biraz bindi sürdü yapan ben oflayarak bu saate gelmiştim. Yani anlayacağınız bugünkü rotanın yüzde sekseni rampaydı. Üstelik de dik rampalardı bunlar. Lakin sanmayın ki yalnızca bu festivale özgü bir durumdur bu. Nereye katılırsanız katılın, bu hep böyle söylenir. Biraz rampa var. İşte bu cümleyi duydunuz mu bilin ki çarklar dönmeye başlamıştır.

Yani o doğal güzellikler ve geçtiğiniz köyler sizi ne kadar etkiliyorsa, o rampalar da o denli acımasız bir şekilde karşınızda durarak sizi zorluyor. Madem geldin, katlanacaksın dercesine. Hayat misali işte. Neyse ki her zorlukta kendini oyalayacak bir şey bulan ben, tamda bu acımasız rampalarda Nuh’un iki kız torunuyla beraberdim. Kah indik, kah bindik. Neler konuşmadık ki. Kadının gücünden tutunda, Rap şarkılara kadar neler neler. Hatta dans bile ettik. Çünkü yerinde duramayan Emel ile beraberdik.

Emel İnal. Bir voleybol oyuncusu. Fiziği konuşuyor zaten. Hele birde halay çekmesini görseniz. Dansçı olmaya aday dersiniz. “Şırnak’ta böyle bir festival olacağını duyunca, mutlulukla kayıt yaptırdım. Önce biraz tedirgin oldum bu kadar insanla nasıl sürülecek bu yollar diye ama ilk günün ardından çok da keyif alarak sürdüm. Yaşadığım çok güzel bir deneyimdi bu inşallah devamı gelir” diyor.

Kadriye Kadırhan. 21 yaşında üniversite hazırlığı içinde. “Bu festivale katıldığım için çok mutluyum. Farklı şehirlerden gelen güzel insanları tanımak çok mutlu etti beni. İnşallah devamı gelir ve biz yine güzel insanlarla tanışırız” deyip, “Bunu aktarmama sebep olan Seldağ ablaya da çok teşekkür ederim” diye de ekliyor.

Asıl ben teşekkür ederim hepinize karşıma çıktığınız için. Aynı zamanda biraz sızlanarak da olsa hayata da teşekkür ederim, bu deneyimleri tattırdığı için. Ama tabi hayata fazla da kafa tutmamak lazım. Çok dik başlı olmak, bazen hiç bir işe yaramıyor hepinizin bildiği gibi. Bu dersi almış ve ezber etmiş bir beşer olarak akşamın o saatinde daha fazla diretmeden süpürgeye bindim. Süpürge denen araç, bir kamyonettir ve hemen hemen tüm festivallerde vardır. Sorun olduğunda bisikletleri ve tabi bizleri taşımakla görevlidir.

Bindikten bir süre sonra anladım ki çok iyi yapmışım. Çünkü rampalar daha da keskinleşerek devam ediyordu. Eğer diretmiş olsaydım gece 12 yi bulurdu benim kamp alanına varmam. Tahminlerimde yanılmamışım, direten bazı arkadaşlar  alana vardıklarında saat gece 11 civarıydı. Hatta kondisyonu çok güçlü olanlar dahi, geldiklerinde  dilleri bir karış dışarıda, gözleri yuvalarından fırlamış  aman Allahım nasıl geldim buralara kadar dercesine bakınıyorlardı. Birde kamp alanındaki telaşı ekleyin buna. Onca insanın, çadırı aldım, yer buldum, kurdum ve yemek sırasına girdim, yedim derken yaşadığı koşturmacayı ve çıkardığı gümbürtüyü. Kapalı bir futbol sahasıydı kamp alanımız. Tam derenin kenarında. İnternetin çektiği bir anda bak dedi Mustafa neredeyiz. Yemişli. Onca rampadan sonra, keskin inişler, yaparak ulaşabildiğiniz bir dere yatağıydı burası ve sınırın tam sıfır noktası.

Yani derenin hemen diğer yanı Irak’tı. Ve tabi ki buna bağlı olarak güvenlik gittikçe arttırıyordu. Korkmadın mı diye soracak olursanız, tuhaf bir şekilde hayır. Ee çünkü dedim ya güvenlik artmıştı. Çünkü benimle beraber en az iki yüz insan daha vardı. Çünkü bizim tedirgin olmaya vaktimiz yoktu. Çok acıkmış, çok yorulmuştuk ve hepsinden önemlisi çünküü Nuh’un torunları yanımdaydı. Ayy bilemiyorum belki de özünde bir delilik haliydi benimki. Aman neydiyse neydi gördüm ya Yemişli’yi.

Bu arada tüm festival boyunca en az Nuh’un torunları kadar yakın mesafe sürüş yaparak sohbet ettiğimiz iki güzel bölge insanını daha tanıtmak isterim sizlere. Hem de tam sınırın sıfır noktasında çay içerken. Abdullah Çakır. Aslen Mardinli. Hemşire ve altı yıldır Silopi Devlet Hastanesinde görevli.  “Katıldığım ilk festivaldi bu. Ve ilk kez kamp yaptım. Yıllardır insanların çekindiği bir bölgede, bisiklet sürmek paha biçilmez bir deneyimdi. Ve çok tecrübeli ablalar, abiler tanımış olmaktan dolayı da çok mutlu oldum” diyor.

Bir de Eyüp Bala vardı ki maviş gözleri ve sürekli gülümseyen çehresiyle, insana o zorlu rampalarda dahi moral katabiliyordu. Eyüp, 22 yaşında Batmanlı ve Muş’ta yaşıyor. Muş’tan Şırnak’a kadar 900 kilometreyi pedallayarak gelmiş. “Katıldığım ilk festival. Bu nedenle iyi mi kötü mü bilemem. Ama bana göre efsane geçti. Hiç tanımadığın insanlarla pedal çevirip, yemek yiyip, uyuyorsun, gırgır şamata yapıyorsun. Çok güzel bir atmosfer. Bir festival daha olsa, yine aynı heyecanla katılırım” diyen Eyüp, festival sonrası Hakkari istikametini kullanarak Van’a oradan da tekrar Muş’a pedal çevirdi.

Ne tuhaftır ki hiç birimiz, nerede olduğumuzu umursamıyorduk. Dedim ya büyük ihtimalle biraz güvenlik biraz da yorgunluktu bunun nedeni. Ve biz her şeye rağmen kaçak çay eşliğinde mutlu mutlu sohbet edip, sınırın sıfır noktasını kahkahalarla çınlatabiliyorduk. Sanki bedenimiz değildi de yorgun ve aç olan ruhumuzdu. Demek ki dedim kendime, biz insanlar mutlu olmasını becerebiliyoruz aslında. Ah şu çarklar bir olmasa.

Sabah bizi Kader hocam uyandırdı. Hem de Hababam sınıfının izci kampı videosunu son ses açıp çadır aralarında dolaşarak. O da haklıydı. Çünkü dünden ötürü olsa gerek, bıraksalar hiç birimiz kalkmazdı. Ama yolcu yolunda gerek derler ya, mecbur kalktık. Ah keşke görebilseniz nasıl tatlı bir telaştır bu. Tekrar çadırlar toplandı, kahvaltı sırasına girildi ve şişmiş gözler, eller yüzlerle birbirimize bakıp bakıp gülerek, dere kenarında toprak üstüne çöküp ediverdik kahvaltılarımızı. Bölgeye giderseniz, dudaklarınızın kuruyup çatlayacağını ve birazda bu şekilde şişeceğinizi hesaplayın lütfen. Artık festivalin son gününde ve aşkla tanışacağımızdan habersizdik. Ben tanıştım sizi de tanıştırmak isterim. Ama önce Kader hocamı anlatayım sizlere.

Kader Cin. Sevgili Nuh’un kız torunu. Bu festivale öncülük eden, hatta onun doğmasına sebep olan isim. Bu bölgede böyle bir etkinlik düzenlemeyi düşünmek cesaret ister.  O da Nuh’un cesur torunlarından biri işte. Böyle tarif edince kendisini öyle uzun boylu, iri yapılı biri olarak düşünmeyin lütfen. Tam aksi minnacık bir kadın aslında. 32 yaşında Beytüşşebaplı. Şu anda Şırnak Gençlik Spor merkezinde Halk Eğitime bağlı bisiklet antrenörü olarak çalışıyor. Ben hocam bisiklet ve Şırnak nasıl oldu bu deyince “Evet buraların rampalarını bilenler, başka branş bulamadın mı dediler. Ama sonra alıştılar” diye yanıtladı gülerek ve festivalin doğuş hikayesini de çok kısa olarak şöyle özetledi; “Türkiye’nin her yerinde bisiklet festivali düzenleniyorsa, neden burada olmasın diye düşündüm. Önce yakın arkadaşlarıma açtım bu fikrimi. Sonrada onların da desteğiyle proje haline getirip, gençlik ve spor müdürümüze verdim. Onlar da onayladı. Festival sonrası çok güzel geriye dönüşler aldık. Bu da bizi çok mutlu etti” diyerek özellikle bir noktanın altını çizdi; “Ayrıca bu festivalin düzenlenmesinde adı hiç bir yerde geçmeyen gizli kahramanların olduğunu belirtmek isterim ve  buradan onlara teşekkür etmek.

AKP İl Başkanı Halil İbrahim Erkan, Gençlik ve Spor Müdürümüz Beytullah Birlik, projenin başından sonuna kadar yanımda olan Nazlı Altürk ve ailesi, İdris Payan, Mehmet Bilir, Hozan Barış ve Beytüşşebap Belediye Başkanı Habip Aşan’a çok teşekkür ederim.” “Peki, hocam rotaları nasıl belirlediniz” dediğimde ise; “Hangisi olsun diye düşünürken, gelenlerde Beytüşşebap’ı kesinlikle görmesini istedim. Böylece  finalde herkesin mutlu olacağından emindim. Çünkü ben, o yoldan her geçtiğimde bir kez daha aşık oluyorum bu rotaya” diye yanıtladı. Bu konuşmayı festival öncesi yapmış olsaydık muhtemelen boş bir ifadeyle dinleyecektim Kader hocayı. Gelin görün ki bu rotayı bilen biri olarak, bu sözler karşısında yüzümdeki tüm kasların nasıl mutlu bir şekilde gevşeyerek beni gülümsettiğini tarif etmem mümkün değil.

Adını koyamadığım, ama bildiğim ve bu dünyadaki her şeyin bu hissiyatın yanında yavan kaldığı o nokta. Yani Yemişli ne kadar sınıra sıfır noktasıysa bu da o denli bir sıfır noktasıydı galiba. Ama sormayın nereye diye. Şimdilik Kader hoca gibi ben de aşk diyeyim adına biraz da beceriksizce. Ama önce internet bölgenin coğrafyasıyla ilgili ne söylemiş ona bir bakalım. Bin 400 metre rakımı ile deniz seviyesinden oldukça yukarıda. Karasal iklime sahip. Mevsim içindeki yağışları az. Bu nedenle doğal bitki örtüsü bozkır görünümünde. Dağlık kesimlerde meşeliklere ve yükseklerde Ardıçlara rastlamak mümkün şeklinde cümleler kurmuş Vikipedia. Bu bana göre kuru hem de kupkuru bir anlatım. Oysa burada gördüklerinizi hele ki gördükleriniz karşısında hissettiklerinizi anlatmaya hiç bir dil yetmez diyorum ben. Bana göre bu yolda ilerlerken, ruhunuzdan yükselen seslere kulak verdiğinizde, anlamış ama anlatamıyor olmanın çaresizliği içinde bulabilirsiniz kendinizi.

Evet Kader hoca haklıydı. Bu rota aşık olunası hatta aşkın kendisi olabilecek bir derinliğe sahipti ki, günün sonunda batıdan gelerek bu yolu pedallamışların yüz ifadesini göre bilseydiniz anlardınız beni. Aşk sarhoşu gibiydik. Sadece ben değil Mustafa, Aynur, Oktay, Melih, Edip, Semire yani bir avuç batılı  hepimiz efsunlanmış gibi gülümsüyorduk hatta öyle ki Beytüşşebap’a vardığımızda saatlerce pedalladığımız yetmediği gibi birde halaya durduk ki neredeyse yüz kişiyi aşkındık. Ne yolmuş diyenleriniz için anlatmayı deneyim bu aşkın kendisi olmuş efsane rotayı tabi dilim döndüğünce ve kendime göre hatta dedim ya belki biraz da beceriksizce.

Bu aşık olunası rota, öyle uzun boylu, geniş omuzlu, yanık tenli ya da doksan altmış doksan bir bedene sahip değil haberiniz olsun. Bedeni yok yani. Ama gözleri var. Çok sert bakıyor bu gözler. Öyle ki bırakın bedeninizi, ruhunuzun dahi  bu bakışlar karşısında sarsılıp, önünde eğildiğini fark ediyorsunuz. Ve siz korkuyla karışık bir şaşkınlıkla ilerlemeye çalışıyorsunuz yolunuzda. Ve o sizi seyrediyor. Sonra birde bakıyorsunuz ki iki yanınızdan keskin bir şekilde yükseldiği halde yumuşak inişler yaparak önünüze çıkan, o sert bakışlı dağların arasından çok estetik bir şekilde kıvrılarak ilerleyen o yol  size gülümsüyor. Ama hiç konuşmuyor. Parlak bir yüzü de yok zaten. Ürküyorsunuz ama bir o kadar da bu gülümsemenin size huzur verdiğini fark ediyorsunuz. Bir de yola devam etmeniz için güç. Hele ki tükeneceğiz noktaları sizden önce anlayarak, elini uzatıp, dere kenarında o tertemiz akan suda sizi dinlendirmek istemesi yok mu ve siz bir bedene sahip olmayan bu eli hiç tereddütsüz ve sıkıca kavrayıp soluklanıyorsunuz. Sonra tuttuğunuz bu elin biraz kirli olduğunu görünce de kendinize şaşıyorsunuz. Aşk bu şaşkınlığınıza hafif alaycı bir gülümsemeyle karşılık veriyor ve sizin su kenarında serinleyip, soluklanıp yola devam etmenizi seyrediyor. Hatta bir ara bize bir çiçek dahi uzattı desem yok artık diye düşünürsünüz. Çiçeğin adı Nejat.

Tam Habur İki kapısının oradaki rampayı tırmanırken, arkamda bir şey hissettim. Döndüm ki elinde oyuncak bir direksiyon, 11 yaşlarında bir çocuk gülümseyerek bana ulaşmaya çalışıyor. Açıkçası biraz ürktüm. Askerlere doğru bakındım, onlarda hiç bir tedirginlik gözlemlemeyince indik bisikletlerimizden. Mustafa biraz sohbet edince, anladık ki Nejat, her köyün o bilindik sakinlerindendi. Sürekli gülümsüyordu. Belki de aşk, romantik değil gerçekçidir kim bilir. Biz dee bu çiçeği koparmadan, biraz koklaşarak yolumuza devam ettik öylece.

İşte  ben bu aşk olmuş yolun kucağında pedallarken, her minik moladan sonra, böyle biraz şaşkın lakin mutlu bir şekilde yola düşüyordum düşmesine de, içimde kopan bir gümbürtüyle. Ne ola ki diye bakındığımda egonun, nefsin, kaderin, feleğin, şeytanın, kapitalistlerin, emperyalistlerin ya da sosyalistlerin  çarklarının  dönmeye başladığını gördüm yine. Yani adına ne derseniz deyin işte… Ama çarklar bu kez aşkın yolunda aşka karşı dönüyor gibiydi. Dönüyor dönüyor hooopp duruyor ve ok benim duygularımı işaret ediyordu. Ben o ruhumu sallayan  sert bakışları düşünüp, çarkları bir daha çeviriyordum, dönüyor dönüyor ve hoop duruyor ve ok benim hayatımı işaret ediyordu. Ben  o şaşkınlıkla tuttuğum kirli elin verdiği güçle çarkları bir daha çeviriyordum, dönüyor dönüyor hoop duruyor ve ok ben beni bana bende benden sözcüklerini işaret ediyordu. Oofff anlayacağınız dönüp duran bu çarklar, beni yine çok yormuştu ve ben Şırnak’tan yorgun ama mutlu bir bedenle,  gülen ama ağlamaklı gözlerle ve içindeki çatışmalara rağmen, sözün değil, özün önemini bir kez daha ezberine almış bir yürekle ve yine tevekküle sığınarak ayrıldım.

Ayrıldım ayrılmasına da  tam da bu yazıyı hazırlarken tüm dünyada ve ülkemizde  çıkan yangınlar, seller, depremler, pandemide gelinen tuhaf nokta, can korkusuyla uçağa asılarak yolculuk edebileceğini düşünen insan görüntüleri ve bunu T-şört yapabilen yaratıklar karşısında içim titreyerek yüzümü bir kez daha sevgili Nuh Peygambere döndüm. Kimisi için sadece bir efsane olan bu anlatılanlar doğruysa diye düşündüm ve diz çöktüm önünde. Neden diye sordum. Yine mi bir kıyamet bizi bekler. Eğer öyleyse, neden çarklar döner döner de oklar her seferinde bir kıyameti işaret eder. Yanıt gelmedi ama ben beni duyduğundan çok emindim ve devam ettim. Eğer bir kıyamet daha yaklaştıysa ve sen bir gemi daha yapacaksan ve bizleri yine toplayacaksan o gemiye; bu durumda ben, torunları ile tanışmış olmaktan dolayı, bana da bir güzellik yaparlar diye mi düşünsem. Yoksa sen torunlarına haber salsan da, çook yorgun olduğumu, beni ne o gemiye, ne de o limana çıkaramayacaklarını mı söylesen. Yoksa yoksa sen gemiyi hazırlatırken, ben son bir hamleyle çarkları çevirmeye devam mı etsem.

Bilirim. Bu soruların yanıtlarını vermek benim ne haddime. Ben yapabileceğimin en güzelini yaptım. Başladım bir şarkı mırıldanmaya ve ben Mustafa, Hamza, Oktay Cizre‘ye doğru bastık pedallara.

Fotoğraflar için Mustafa Cansız‘a teşekkür ederim

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*