RÜYALAR MI, GERÇEKLER Mİ

Hikayeler Devam Ediyor

Seldağ Vardal / DieGazete.de

Gelen gideni aratır derler ya hani, bu ne kadar doğrudur bilemiyorum. Eğer doğruysa her zaman ve her konu için hal böyle midir, bunu da bilemiyorum. Lakin sohbetlerde dönüp dolaşıp, aynı cümleyi sarf ettiğimizi görüyorum. Hani şu eskiden şöyle miydi, eskiden böyle miydi diyerek, iç çekip deriiin nefesler alıp, dalıp gittiğimiz o sohbetler. Sanki bir varmıış, bir yokmuuş denen o zamanlarda, bir şeyler daha bir belirgindi. Hani bir futbol karşılaşması misali. Taraflar vardı ve oldukları taraf netti. Rakip ya da düşman her neyse ve neydiyse ortadaydı. Yani demem o ki; taraflar, yani özünde hiçbirimiz, şu anki kadar kaçak oynamıyorduk. Öyle değil mi? Oysa şimdi… Dünyanın üzeri  kalın bir sis örtüsüyle kaplı sanki.

Tam bir kargaşa, tam bir belirsizlik hakim. Öyle ki evlerimizin içine dahi sinmiş bu sis perdesi. Düşünün ki, çay demleyeceksiniz fakat çaydanlığınızı el yordamıyla buluyorsunuz. Abarttım mı dersiniz? Bilemiyorum! O halde sohbetlerden yola çıkarak, bir örnek daha vereyim. Biri, çok tatlı bir ses tonuyla konuşuyor ama onu göremiyorsunuz. Sis aralanır gibi olunca da karşınızda Pinokyo mu, palyaço mu ne olduğu belli olmayan birini, parmağıyla sizi işaret edip, gülümserken görüyorsunuz ve tam o anda sis yine ağırlığını hissettirince, siz kendinizden şüphe duyuyorsunuz, acep yanlış mı gördüm diye. Sonra hemen aynaya bakıyorsunuz. Yoksa, yoksa bu palyaço, ya da Pinokyo ben miyim diye düşünüyorsunuz. Öyle ya, beni işaret etti diyorsunuz.. Lakin kendi yüzünüzü dahi göremiyorsunuz. Belki de görmek istemiyorsunuz.  Sonunda biraz şaşkınlık, biraz da korkuyla bir koltuğa çöküveriyorsunuz ve tam bu noktada bir ses duyuyorsunuz. “Yanlışsın, bence bu her zaman böyleydi!” diye fısıldıyor ve başlıyor bazı  olayları hatırlatmaya. Mesela bana, Demokratik Almanya’da yaşanan o kaygı verici belirsizlik sürecini anımsatıyor. İnsanların kendi evlerinde, kendi aile fertleri arasında, kimin ajan olduğunu bilemedikleri ve öğrendiklerinde öylece bir koltuğa yığılıp kaldıkları o dönemi.

Berlin duvarı yıkılırken, hepimiz televizyonlardan izlemiş ve kimimiz sevinerek, kimimiz de üzülerek kabullenmiştik bu durumu. O sırada olanları ağlayarak izleyen ben, bir gün gelip de, bunu bizzat yaşayanlarla konuşacağımı nerden bilebilirdim? Onların, bu sisler içinde geçirdiği dönemi, biraz şaşkın, biraz da canım yanarak dinleyeceğimi. “Meğer kocam bir Pinokyoymuş” diyerek çatırdayan evlilikleri seyredeceğimi. Hayat gerçekten çok garip ve tarih belki de gerçekten bir tekerrür. Ve bizler, belki yine bir dönemi kapatıyoruz ve belki yine onlarca yeniliğe merhaba demek üzereyiz. Belki.. Belki, belki… İşte belki de bundandır diyorum, o içimizdeki dışımızdaki, bölgemizdeki ve yerküremizdeki bu ürküten sisin nedeni.

Yani tekerrür de, belki tevekkül kadar güzel bir ifadedir diyorum kim bilir. Ve belki de tekerrürü fark edince tevekküle sığınmak gerekir. Hele ki şimdilerde yaşadığımız şu meşhur can korkusu tekerrürünü düşününce. Hani bazılarının adına Pandemi dediği. Ve bu göz gözü görmeyen ortamda dahi, aynılaştığımız bir noktaya doğru itildiği. Eee dünyanın tüm halkları sonunda birleştik işte. Yaşasın maske, mesafe, hijyen ve aşı kartlarımız ve bunun karşısında kahrolsun dediğimiz ama ne kahrolsun bilemediğimiz.

Tam bunların ortasında da duyar gibi, görür gibi, bilir gibi, anlar gibi olup da, sonunda kucağımızda koca bir hiçle oturduğumuz koltuğumuzda, Allahım neydi günahım şarkısını söyler bulduğumuz kendimiz. Bir de, bu sis perdesi ve içinden yükselen uğultulara rağmen yaşama inadımız. Eee baktım olacak gibi değil, ben de sanki bir şeycikler yokmuş gibi yaparak, rutin işlerin peşinden gidip, çıkarttım aşı kartımı, taktım maskemi, korudum mesafemi, koydum kucağıma o koca hiçliği ve nihayetinde Berlin’e uçuyor buldum kendimi. Hiç bir şey yokmuş gibi davranmayı başarmış olsam da, düşüncelerin altında ezilerek yorgun düşen ben, daha uçak kalkmadan, önce uykuya, sonra da bir rüyaya dalmışım. İnsan, üç saat boyunca rüya görür mü? Görmüşüm. İşte bu yazımda bu rüyayı anlatmak istiyorum sizlere.

Haydi bakalım başlıyoruz. Rüyamda, elimde bir otobüs bileti görüyorum. Varış noktası medeniyet yazan. Şaşkın bir şekilde,  gözlerim birilerini arıyor. Hani bunun ne anlama geldiğini sorayım diye ve o anda  net olarak hiç bir şey göremediğimi fark ediyorum. Tam hay Allah yine mi sis diyecekken birden şoförün sesini duyuyorum.

“Kültür yolu üzerinden, medeniyet istikametine gidecek yolcular, lütfen yerlerini alsınlar. Otobüsümüz kalkıyor.” Bir telaş  içinde biniveriyorum otobüse. Bir de bakıyorum ki, içeride de bir sis hakim. Güç bela birbirimize çarparak buluyoruz yerlerimizi. Tam o sırada yanımda birinin oturduğunu anlayınca, göremesem de,  dayanamayıp soruyorum. “Medeniyet neresi, ben anlamadım, nereye gidiyoruz böyle?” diye. “Açın internete bakın hanımefendi. Bana ne soruyorsunuz?” şeklinde sert bir ses yanıtlıyor sorumu. İçimden, ne olur ki söylesen, sonuçta aynı otobüsteyiz işte diye geçirsem de, dediğini yapıp, internette arıyorum medeniyeti ve kültür yolunu. Karşıma sözlük anlamları çıksa da, haritalarda ne medeniyetten, ne de kültür yolundan eser bulabiliyorum. Bulamadım demeye de utanınca, çaresiz yola teslim oluyorum.

Rüya bu ya, böylece bir süre gittikten sonra, şoförün sesini duyuyorum. “Berliin. Yarım saat ihtiyaç molası veriyoruz.” Muhtemelen hepimiz indik diye düşünüyorum. Maske, mesafe hijyen ve aşı kartı derken, özlediğim kokular burnuma gelince, hemen bir sıcak kakao ve “Lebkuchen” almak üzere, karşıya geçeyim diyorum. Bir yaya geçidinin önünde bir ben, bir de araba duruyor. O bana neden geçmiyorsun diye bakıyor. Ben ona, sen neden geçmiyorsun diye bakıyorum. Sonra birden hatırlıyorum ki aa ben Berlin’deyim. O anda aklıma Akçay’da yaya geçidinde durup, yol veren bir şoförü  gördüğümde onu öpme düşüncem geliveriyor. Gülüyorum kendime ve otobüsü kaçırmamak için acele ederek geri dönüp yerime oturuyorum. Bu arada yanımdaki “Hanımefendi, yaya geçidinde sizi bekleyen şoförden de anlayacağınız üzere, kültür yolu üzerinden nereye gidiyor olduğumuzu fark etmişsinizdir umarım” diyor. Tam bir yanıt verecekken, içimden bir ses, şimdi değil deyince susuyorum. Ve o sıcacık kakaonun ve o güzelim karanfilli zencefilli Lebkuchen’ın tadına sığınarak, şoförün söylediklerine kulak veriyorum. Bir sonraki durağımız Berlin içinde bir kimsesizler yurdu olacak. Orada kısa bir mola verip devam edeceğiz. Böyle bir yerde ne işimiz ola ki diye soruyorum kendime. Sonrada neyse, anlaşılan inecekler var deyip, sessizce devam ediyorum bu garip seyahate.

Sonunda bu kimsesizler yurdu durağında inerken buluyorum kendimi. Hatta burada yapılan bir toplantının içinde. Almanya’da kimsesizler yurdunda yaşayan çocukların dişleriyle ilgili sağlık sorunlarını devletin karşılamadığından dem vuruyor yurdun müdiresi. Diğerleri de “İşte, biz de bunun için buradayız, neye ihtiyacınız varsa yardım etmek istiyoruz!” diyor. Bu minik toplantı, yaklaşık 4 saat sürüyor ve tüm bu süre boyunca müdire hanım, aynı soruyu tekrarlıyor. “Neden yardım etmek istiyorsunuz? Nereden geldi aklınıza bu yardım?”

Derken  sonunda  son noktayı koyan o cümleyi sarf ediyor. “Biz Hristiyan bir kurumuz. Bünyemiz altında başka bir dinden bahsedilmesi mümkün olamaz!”  Bunun üzerine, bir sessizlik kaplıyor rüyamı. Sonra  müdire hanım gidiyor ve geride kalanlar ardı ardına soruları sıralıyor. Bu hanımefendiye hangimiz dinden bahsetmiş olabilir ki? Bizim Hristiyan olmayışımız, uzattığımız yardım elinin ters çevrilmesine sebep olabilir mi ki? Ya bünyeleri altında bulunan ve Hristiyan olmayan çocuklara ne demeli?

Daha fazla dinlemek istemeyince, uzaklaşıp otobüse biniyorum ve fark ediyorum ki yanımdaki çoktan yerine oturmuş. Dayanamayıp sokurdanıyorum. “Sahi ne demiştiniz? Kültür yolundan, medeniyete giden topraklar üzerinde miydik?” Ses yok. Ben laf sokmuş olmanın mutluluğu, o da sanki bir yenilginin ezikliği içinde susarak devam ediyoruz yola. Bir süre sonra şoförün sesini duyuyoruz. Midyat Bacine köyünde kısa bir ihtiyaç molası veriyoruz. Haydaaa diyorum kendime. Ne tuhaf bir yolculuk. Çok değil, daha bir iki ay önce Mustafa ile burada oldukça ilkel koşullarda pedallamıyor muyduk. Ve çok da mutluyduk. Çünkü kim ne derse desin, medeniyetin beşiği denilen o topraklar üzerinde  pedallara basıyorduk. Buraya vardığımızda, Midyat bisiklet grubundan arkadaşlar, bu köyü özellikle görmemizi istemişlerdi.

Midyat Bacine diğer adıyla Güven. Bir Ezidi köyü aslında. Terkedilmiş bir köy. Yaşam yok burada. Buradaki insanlar, yani Ezidiler, inançlarındaki farklılıklar nedeniyle karşı karşıya kaldıkları baskılardan dolayı, doğup büyüdükleri bu toprakları terk etmek zorunda kalmışlar. Yeniden bu köyü geziyor olmak şaşırtsa da beni, aklıma Berlin’deki müdire hanımın söyledikleri geliyor. “Bünyemiz altında başka bir inanç sisteminin yeri yoktur!” O sırada  güneş, tüm ihtişamıyla köye vedaya hazırlanırken, toprak da kırmızının tonlarını yansıtıyor. Ve ben omuzlarımın düştüğünü hissederekten, bize vedaya hazırlanan güneşe sığınarak, kaçıp yerime oturuyorum, lakin güneşe sormadan da duramıyorum. Hoşgörüsüzlük hayatın kuralında mı yoksa insanın hamurunda mı? Yoksa nerede var söylesene. Güneş yanıt vermektense, sessizce çekip gitmeyi tercih ediyor ve geriye ihtiyaç molası için inen gölgeler kalıyor ortada. O an yanımdakiyle birbirimizi görmeye çalışsak ve başaramasak da diğer yandan aynı soru dökülüveriyor dudaklarımızdan. Bu medeniyet istikameti neresi ola ki? Ve yanıt şoförümüzden geliyor.

“Sen  neyin kafasını yaşıyorsun be  kardeşim. Bas git yoluna.” Aslında birine söyleniyordu ve  çok kızmıştı. Üstüne birde, sinirlerini yatıştırmak için olsa gerek, başladı bir şarkı dinlemeye. Ammaa son ses. Bundan rahatsız olanlar, “Asıl sen neyin kafasını yaşıyorsun acaba?”  demeye başlasalar da, şoför hiiç umursamadan, son ses açtığı şarkıya eşlik ederekten bastı gaza. Adio keridaaaa..

Şükür ki Yasmin Levy sevdiğim bir sanatçıydı. Yine de biraz şaşkın, ama bindiğim otobüsten inemiyor olmanın farkındalığının içindeki çaresizlikle de, döndüm yüzümü cama. Başka ne yapabilirdim ki… Bir de baktım Mustafa ile pedallıyoruz. Üstelik yine medeniyetin beşiği denilen ancak şimdilerde tehlikeli görülen o topraklarda. Nasıl bir tehlikeydi bizi bekleyen, bunu bilemeden pedal çevirmiştik.

Kime yol sorsak, kime bakkal nerede desek, açsındır deyip sofra kuranlarla karşılaşınca da, tehlikenin ne olduğunu, yeniden sil baştan, en baştan sormaya başlamıştık. Yüz ifadelerimiz, tıpkı şimdi camdan bakan benle aynı şaşkınlıktaydı. Sonra bir de baktım ki, üstümüz başımız buğday tozuyla bezenmiş bir halde Mardin Dara köyündeki antik kente varmışız bile. Köy sit alanı olduğundan, burada çadır kurmak yasak olunca, biz de ana yolda bir benzinlik bulmak üzere, tam köyden ayrılacakken, bu tehlikeli toprakların bir ferdine, Bedirhan’a rastlamıştık. “Asla bırakmam. Bu gece misafirimizsiniz!” demişti ve öyle de olmuştu. Bedirhan ve ailesini ve köyün tepesindeki o manzarası muhteşem evlerini, camdan bakınca yeniden görmek nasıl mutlu etmişti beni. O sırada, benimle beraber aynı şeyleri seyreden yanımdaki, “Sizin yaşadığınız öznel bir durumu, genele mal edemezsiniz hanımefendi. Hem siz de duydunuz. Ne diyorlar, biz başkalarıyla değil, kendimizle barışık olamıyoruz. Adamlar kendileri bunu söylerken, siz gerçekten neyin kafasını yaşıyorsunuz anlamadım” deyince bir camdan dışarıya, bir de elimdeki bilete baktım  ve cevap veremeyecek kadar yorgun olduğumu hissettim. Tam o sırada şoförümüzün sesini duyduk. Beş dakika ihtiyaç molası diyordu. İndik hep birlikte.

Olduğumuz yerde televizyonda haberler vardı. Almanca konuşulduğunu fark edince, kafam yine karışmış olsa da, anlatılanlar ilgimi çekmişti. Berlin metrolarında, son dönemlerde artan saldırılar anlatılıyordu. Çakma uyuşturucu kullananların, metronun merdivenlerinden inen insanları durduk yere nasıl ittikleri ya da dövdüklerine dair olaylar. İkinci haberde de Alman Kriminal Dairesi’nin 2016 rakamlarından yola çıkarak, aile içinde kadına karşı yaşanan şiddetin durumu anlatılıyordu. Son haberdeyse yol ortasında ve parklarda şırıngayla uyuşturucu vuranlardan dolayı, çocuklara bu konuda yapılan uygulamalı eğitimlerden. Duydukları karşısında canı yanan ben, şükür ki biten mola süremiz nedeniyle, hemen  otobüse atlayıverdim. Ve hemen yanımdakine, “Gördüğünüz üzere medeniyet ve güvenlik kol kola girmiş, halay çekiyorlar! Yok, yok belki de vals yapıyorlar desek daha doğru olur!” deyiverdim ve işine gelmeyecekleri duymak istemeyenler misali, hemen bir kulaklık taktım.

Böylece karşı saldırıyı duymadan yola devam edebilecektim. Ancak bir süre sonra yanımdaki bana dokunarak bir şeyler söylemeye çalışınca, içimden tamaamm dedim bakalım ne söyleyecek. Fakat yanımdaki, sessiz bir şekilde “Mola veriyoruz Berlin Hasenheide Parkı’ndayız!” dedi sadece. Ben, bir saldırı beklerken, bu sakinlik beni şaşırtmıştı açıkçası.

Yemek molası için durmuşuz. Bu garip yolculuğa alışmaya başlamıştım. Bu nedenle hiç şaşırmadan indim zaten çok da acıkmıştım. Herkesle birlikte oturdum çimenlerin üstüne ve elimdeki sandviçimi yemeye başladım. Şimdilerde geceleri pek de güvenli olmayan ama yıllar önce, gece gündüz dolandığım bu güzelim parkın keyfini çıkarmaya çalıştım. Bir de baktım, bisiklet sürmeyi yeni öğrendiğim dönemlerde, arkadaşımın beni bu parka getirdiği o günü görüyorum. Burada, bu parkta, keyifle bisiklet sürerken, birden gördüklerim karşısında aniden frene basmıştım. Benim gözlerim neredeyse yuvalarından fırlayacakken, arkadaşım gülmekten bisikletini bırakmış, çimenlere uzanmış ve çooktaaan kahkahalara boğulmuştu. Onun kasları kahkahadan gevşemiş, benimkiler de şaşkınlıktan gerilmişti.

Çünkü benim sevgili arkadaşım, beni bile istemeden parkın içindeki çıplaklar bölümüne getirmişti. Bu arada yanımdaki de gülüyordu halime. “Gülmeyin canım, sonra alıştım bu manzaralara. Hatta doğu Almanların özgür beden kültürü adını verip de, mahalleliyle birlikte gittikleri çıplak yaz kamplarını duyunca, bizim mahalleyi hayal edip çok eğlenmiştim.” Artık ikimiz de gülüyorduk. Ateşkes ilan etmiş gibiydik. Sustuk bir ara. Dayanamadım yine sordum. “Sizce, bu bindiğimiz otobüs, nereye götürüyor bizi?” “Bence fazla kafa yormayın!” dedi.  “Zaten oraya gitmiyor muyuz? Varınca anlarız. Ama şahsen yolumuzun, şu dediğiniz özgür beden kültürü kamplarının olduğu yerlerden geçmesini isterim.”  Tam o sırada mola süremizin bittiği anons edilince, bindik yine otobüse. Bizim şoför yine bir türküye eşlik ediyordu o sırada. Cahil gezme şaşkın…

Rüyalarda, bütün olmazlar bir arada gelir geçer ya işte. Benimki de öyle bir şekilde, gelip geçiyordu, lakin ne yalan söyleyeyim yormuştu. Bir yanım bir an önce bitse diyordu. Ancak ne bitse? Rüyam mı? Bu garip yolculuk mu? İşte, o bir yanım bunu bilemiyordu. Hani tam uyanmanın eşiğinde olmak gibiydi. Derken yine şoförümüzün sesini duyduk. “Son ihtiyaç molası için Şanlıurfa Şuayip şehrinde duruyoruz!”

Aa diyerek bağırdım. Ben burayı biliyorum. Bir kaç ay önce burada konakladık biz. Heyecanla otobüsten inip, etrafa bakındım. Saideleri görebilir miyim diye. Yani bizi evlerinde misafir eden aileyi. Bir de bakıyorum ki, Mustafa ile bisikletleri bir kenara koymuş, oturmuşuz bahçelerinde, sohbet ediyoruz onlarla. Saideler, daha önce maddi nedenlerden dolayı mağarada yaşamışlar. Yedi çocuk, nerdeyse bu mağarada doğup büyümüş. Hatta annesinin çeyizleri hala o mağarada. Evin babası, şimdilerde tırlarda çalıştığı için yoktu ve biz bu nedenle eve girmek yerine bahçede çadır kuralım demiştik. Ama onlar, çoktaan babayla telefonda konuşup, sakın misafirlerimizi dışarda yatırmayın talimatını almışlardı bile. Şimdi olduğum yerden bakınca, tanımadığım bu babaya hayranlık duyduğumu fark ettim. Bir de yediğimiz o nefis acur dolmasına.

O sırada mola süremizin bittiği anons edilince yüreğimin bir parçasını, tıpkı o gün olduğu gibi bugün de orada bırakıp mecbur bindim otobüse. Ve yanımdakine yine bir şeyleri kanıtlamak istercesine “Baaak dedim, görüyor musun? Senin yaşadığın yerlerde bilinmeyen insanlar gelip, kapını çalsa, sofra kurup konuk eder misin? Eşine sakın dışarda yatırma der misin? Mağarada yaşamayı göze alır mısın?” dedim demesine de, yanımdaki de en az benim kadar gardını almıştı. “Aman hanımefendi, görmüyor musunuz 4-5 çocuktan sonra bile, hala çocuk yapmıyor musunuz diye soran bir anlayışı ki adına bunun kültür diyenleri de anlamıyorum. Bunu övmeye çalışmayın bana. Üstelik bizlerin yaşadığı ortamlarda, bu şekilde kapı mı çalınır? Siz ne söylediğinizin farkında mısınız?”

O sırada birileri bize seslenince, biz iki medeniyet istikameti yolcusu, anladık ki birbirimize bir şeyler kanıtlamaya çalışırken, sesimizi yükseltmişiz. Bir uğultu sarmıştı içeriyi. “Yeter artık!” diyordu biri. “Kesin şu gereksiz tartışmayı. Yolculuğun başından bu yana yeterince dinledik sizi.” Bir diğeri, sakin olun canım. Son durağa az kaldı. Belki herkes haklıdır orada göreceğiz!” derken, başka biri de bunu söyleyene kızıyordu. Olur mu canım öyle herkesin haklı olacağı bir yer, saçmalamayın Allah aşkına! Kim ne söylüyor, iyice anlaşılamaz hale gelmişti. Üstelik sis kalkmaya başlamış ve otobüsün içindeki palyaçolar ve Pinokyolar görünür olmuştu. Şoförümüz hariç! Belki de istenen buydu, bu muamma yolculukta. Ve o açmıştı yine müziğin sesini bağıra bağıra eşlik ediyordu. Bu yolda dönenler olduuuu. Mum gibi sönenler olduu derkeeenn bir gümbürtü koptu ve sarsıldık. Tüm sesler durdu. Bir tek şoförün telsizden geçtiği anons duyuluyordu. SOS tamam… Yardım tamam… Kültür yolundan medeniyet istikametine gitmekte olan otobüsün tekerleği patladı tamam…

Artık sadece bu anons ve arkadan gelen Filistinli şarkıcı Emel’in o güzelim sesinden dünya şarkısını duyuyordum. Ve birden birinin beni sarsarak “Hanımefendi, uyanın Berlin’e indik!” dediğini duydum. Uyandım. Lakin uyanmak, uyanış demek mi bilemiyorum. Eve vardığımda, bu kez gerçekten güzel bir kahve ve Lebkuchen eşliğinde arkadaşıma rüyamı anlattım. Gülerek, “Yani yatakta görmüş olsaydın bu rüyayı, bir yorum yapardım ammaa” deyince bastık kahkahayı. Ee aşkol e mi? Metaverse bir dünyayı yapan Facebook’un popo açıkta kalmıyor da, benimki mi açıkta kalmış oluyor?

Tam o sırada arkadaşımın üç yaşındaki kızı, kucağıma atlayarak “Ben biliyorum Seldağ teyze, o medeniyet işi otobüsün nereye gittiğini” deyince, hah dedik çocuktan al haberi, bakalım ne diyecek. Gayet sakin ve şirin bir şekilde, ellerini iki yana açarak OYUN OYNAMAK dedi ve derken de beni elimden tutup çekeleyerek, oyuncaklarının yanına götürdü. O buzlar prensesi Elsa oldu ben de palyaço. Ve buzlar prensesi Elsa medeniyet yolculuğunda, karşımıza çıkan tüm zorluklardan palyaçoyu korudu. Ve oyunun sonunda Elsa ve palyaço artık savaşların da sadece sanal ortamda yapılması için dua etti. Ne tuhaftır ki hiç olmaması için diyemedi…

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*