YAŞAMIN KIYISINDA 36 SAAT
Münir Bağrıaçık / DieGazete.de
İnsanlık dünyasının yaşadığı Korona sürecinin belirsizlikleri, kafalarda dönüp duran cevapsız sorular. Zira hayatımızın çok şeyi alıp götüren hatta çok şeyin önüne geçen bu korona sürecinde görüldü ki benim gibilerin bile hayata dair neden sonuç ilişkilerini etkileyebiliyor. Bu süreçte ben dahil, yorgun bedenler, yorgun kafalar, yorgun ayakların yanında insani hallerin yaşamın kıyısındaki gezintilerine tanık aldım. Bu süreçler yaşanırken bilim dedim ve ben de aşı oldum. Yaşadığım sağlık sorunlarına rağmen hala da, iyi ettim diyorum.
Gelelim son 10 günde yaşadıklarıma: Hayatın halleri bize ne sürprizler hazırlıyor? Bunların hangilerinin farkında oluyoruz? Neler teğet geçiyor? Ya da, neler sol yanımızın tam orta yerine çörekleniyor? Evet, sevdiğim birçok şairin özenle söylediği sol yanımın ağrısı tedirgin ediyordu. O şairlerin dilinden düşmeyen sol yanımdaki ağrıyı takipte, korona sarmalı nedeniyle kısa süreli bir gecikme yaşasam da, sonunda yakaladım.
Önce doktorum İsmail Tuncay’ı aradım. “Yarın sabah erken gelirsin. Kan alıp EKG çekelim!” mesajını attı. Rahatlamıştım. O rahatlıkla da ATGB Berlin üyelerinin toplantısına katıldım. Ertesi gün erken saatlerde aynı rahatlıkla Skaltzerstraße’deki muayenehanedeydim. Korona süreci, oradaki tedbirlerin üst düzeye çıkmasına neden olmuştu. Kısa bir süre bekledikten sonra kanım alındı. Ardından da EKG çekildi. Sonra 3 numaralı kapının önünde oturup beklemem söylendi. Sanki o üç kapının ardında bana sunulan 3 ayrı yaşam seçeneğinden hangisinin şansıma çıkacağını bekleyen bir kurban gibiydim.
Ardından genç esmer birisi “Münir Bey, buyurun sizi alalım!” dedi. Oysa ben Dr. Tuncay’ı bekliyordum. Bir anda karşımda genç bir doktor, benim EKG sonuçlarıma kaygıyla bakıyordu. Net, kendinden emin ve bilgi dolu bir ses tonuyla konuşuyordu Dr. Özgür Atmaca. EKG’yi adeta okurmuşçasına geçen kısa bir andan sonra bana: “Sol tarafta bir sorun var” dedi. “Evet onun için yani sol yanım için buradayım” diye belli belirsiz mırıldandım. O ise daha tıbbi bir yaklaşımla, “Hayır kalbinizin solunda, hatta sol duvarında bir sorun var. Hemen hastaneye gitmelisiniz. Orada kan alıp özel bir inceleme, gerekirse anjiyo yapılmalı” dedi. Hastaneye havale kağıdımı verdi.
Oradaki ağrıyı ben de biliyordum. Ama hastane sözü biraz tedirgin etmedi desem yalan olurdu. O düşünceyle muayenehaneden çıktım. Bir tütün sarıp, dumanını yele verirken, amacım önce kalbimin doktorunu arayıp, kanalın kenarında yürüyerek de Urban Krankenhaus’a yürümekti. Birden kolumdan çekildim. Yine hangi tanıdığa rastladığımı düşünerek geri döndüm. Karşımda Dr. Tuncay duruyordu. “Gel, seninle biraz konuşalım!” diyerek beni girişteki bir odaya götürdü. EKG’ye bakıp “Evet, hemen hastaneye gitmelisin!” diyerek net konuştu. Ben de “Beş yıldır kalbimin doktoru olan Hilmi Kaplan’ı aramam gerekir” cevabını verdim. Aradık. Ama telefonun öbür ucundan yanıt alamayınca Dr. Tuncay EKG’nin fotoğrafını çekip Dr. Kaplan’a gönderdi. Tam o sırada Dr. Turhan Keleş içeri girdi. Kısa bir sohbetin ardından da bana “Hemen şuradan taksiye bin git!” diye kesin bir tavır koydu. Bu gelişmeler beni biraz tedirgin etse de, sağlıklı düşünme adına yine de yürüyerek gittim. Kanal kenarında insanları izledim. Kuğuların dansını izledim. Hastane acil servisinde başvuru sıramı beklerken de sürekli düşünüyordum. Önümde orta yaşlı Arap kökenli göçmen olduğunu sandığım bir kadını 10 dakika kadar bekledikten sonra görevli beni içeri davet etti. Durumu anlattım. Evraklarımı ve sağlık kartımı verdim. Tam o sırada telefonum çaldı. Arayan kalbimin doktoruydu. Bana “Hemen bana geliyorsun!” dedi. Görevliden özür dileyip, oradan çıkıp bu kez de Dr. Hilmi Kaplan’ın muayenehanesinin yolunu tuttum.
Orada hemen o söylenen kan alındı ve biraz daha ayrıntılı EKG çekildi. Ardından kalbimin doktoruyla konuşuyordum. Evet sol tarafta bir sorun vardı. Yaklaşık 10 ay önceki EKG ile arada büyük fark vardı. Ayrıca her şey EKG’de belli olmayabilirdi. Yetmedi 3-4 hafta öncesinde küçük bir kalp krizi geçirmiştim. Dr. Kaplan beş dakika sonra benim için Helios Klinikum Emil von Behring’den Prof. Dr. Cemil Özçelik’ten randevu aldığını ve anjiyo olmam gerektiğini söyledi. Tedirginlik ya da kaygı artmıştı. Zehlendorf’daki hastaneye nasıl ulaştığımı şu an pek hatırlamıyorum. Havale kağıdımda “Prof. Özçelik’in bilgisi var” notu da düşülmüştü. Beni inanılmaz bir hızla operasyona hazırladılar. Beş yıl öncesinden tanıdık, bildik filmlerde görülen cihazların olduğu odada uzanmış bekliyordum.
Görevliler hazırlıklarını sürdürürken Cemil Hoca içeri girdi. Anjiyo ile ilgili kısa bir bilgi verdi. Ben ise daha önce kasıktan olduğumu, şimdi neden bilekten gireceklerini öğrenmeye çalışıyordum. Bir süre sonra uyandım. Cemil Hoca kısa bir bilgi verdi. Kalbimi besleyen bu önemli damarda yüzde 80 tıkanma olduğunu ve “stent” takıldığını söyledi. O gece iki tonton Alman ihtiyarla aynı odadaydım. Ama ben iyiydim. Hatta eve bile gidebilirdim. Ama doktorlar öyle düşünmüyordu. Bana da “Peki” demekten başka çare kalmıyordu.
Almanya, Fransa maçını duvara asılı minik bir TV’den hep birlikte hayıflanarak izledik. Gece ilerliyordu. İhtiyarlar uyudu. Ben ise yaşadığım günü düşünüyor ve anların önemine ve insanlığın, özünde de benim yaşamın kıyısında geçirdiğim anların önemi beynimin içinde fır dönüyordu. Neden sonra uyumuşum. Sabaha karşı iki sularında uyandım. Nefes darlığı çeken Alman amcamızın horlaması benim derin uykuma engel olmuştu. Kollarımda tansiyon, göğsümde EKG cihazı bağlı olduğu için kalkamıyordum. Neden sonra tekrar dalmışım. Saat dört sularında bu kez bir karganın sesiyle uyandım. Sabah olmuş, gün ağarmıştı. Tekrar uyumayı denedim. Bu kez de bizim ihtiyarlar için gelen kontrol nedeniyle bir kez daha uyandım. Anlaşılan uyku haramdı. Artık uyumanın imkanı yoktu. Hastane yemeklerinden oldum olası hoşlanmamışımdır. Hastane kokusunu da rahmetli babamdan dolayı sevmezdim zaten. Bunları düşünürken sabah kahvaltısı için “Kahve mi, çay mı?” diye soruldu. “Tabii ki kahve” demiştim. Zira iki gündür kahve içememiştim. Sadece “Keşke sigaram da olsaydı” diye düşündüm.
Kahvaltının ardından yanında asistanlarıyla güler yüzlü Prof. Dr. Cemil Özçelik içeri girdi. “Guten Morgen ve Günaydın” dedi. “Sizinle sonra görüşelim” diyerek Almanlara yöneldi. Sonra bana döndü ve yapılan işlemi ayrıntılarıyla anlattı. Artık Hilmi Kaplan ile koordineli bir şekilde, her hangi bir sorun olmasa da kontrollerde sıkça birlikte olacağımızı belirtti. Ardından da o gün öğeden sonra yapılacak son kontrolle eve gidebileceğimi söyledi. Ben önce taburcu olacağım için teşekkür ettim ve evde daha iyi dinlenebileceğimi söyledim. Ardından da her şey için ama her şey için çok teşekkür ettim. Vedalaşırken de bundan sonra Radyo Metropol FM’i daha dikkatli dinleyeceğini söylemeyi de ihmal etmedi.
Öğleden sonra da hastaneden ayrıldım. Evimdeydim. Son 36 saatte, hatta 59 yıl içinde yaşadıklarımı, bu süreçler içindeki anları, kısaca hayatımın tam bir analizini yapmak için büyük fırsatım vardı. Hatta önümde kalan ömrümle ilgili daha seçici, daha özenli olmak ve anların keyfini daha bir anlamlı yaşamakla ilgili kararlılığımı tüm duygularım gibi bedenim de istiyordu. İşte böyle sevgili dostlar. İşte böyle…
Bu düşünceler arasında futbol sahalarında olanları da düşünmeden edemedim. Hep “Futbol sadece futbol değil” derim. Profesyonellik olgusuna, endüstriyel futbol diye bir terminoloji eklendi. İşte, ne olduysa ondan sonra oldu ve futbolun saha içindeki insani halleri unutuldu. Onun yerine sanki bu futbolcular bir robot, ya da bilgisayar oyunu gibi düşünülmeye başlandı. Oysa insanlık adına Avrupa Futbol Şampiyonasında oynanan şu 36 maçta neler oldu neler?
İtalyan yazı mı, Türkiye bitti demeden bitmez mi, falan mı filan mı düşünürken Christian Eriksen gibi insani bir dram yaşandı. Sahanın içinde hiçbir müdahale olmadan, yere yığılan dünyaca ünlü bir futbolcuydu. Kalbi durdu. Sağlık görevlileri 17 dakika içinde onu yeniden yaşama döndürdü. Saha içinde başta Fenerbahçe’den tanıdığımız kaptan Simon Kjaer olmak üzere takım arkadaşlarının hatta rakip Finlandiyalı futbolcuların çabası, tribünlerdeki taraftarların gözyaşları yürek parçaladı. Hastaneden iki saat sonra gelen haberle de belki de tarihin en büyük alkışı ile maç yeniden başladı.
Bir sonraki maçta Belçika, Rusya’yı 3-0 mağlup etti. Ama maçın 10. dakikasında Romelu Lukaku arkadaşlarına topu dışarı atmasını istedi. İşte o anda tüm stat ve Belçikalılar, Danimarka’nın 10 numarası Erikseni alkışlayıp tarihe insanlık adına not düştü. Aynı Lukaku attığı gol sonrası sevincini kameralara koşup “I Love Eriksen” diyerek Inter Milan’dan takım arkadaşına olan destek ve sevgisini gösteriyordu. Aynı Lukaku ve arkadaşlarının başlattığı bir konu da, futbolun sadece futbol olmadığını gösteren bir başka özel andı. Maç başlamadan gerek spor sahalarında gerekse hayatın içinde ırkçılığı protesto için diz çöküp ellerini havaya kaldırmaları dikkat çekiciydi. Böylece futbolun ekran başında olanlara bir topun üç direği geçip gol olmasının da ötesinde insani hallerle ilgili önemli mesajlar verilebileceğini bir kez daha gösterdi.
Gelelim İtalyan yazının etkisiyle şampiyonanın ilk maçında bitti diyen bir Türk Milli takımı izledik. Aslında tüm ülke hata yaptı. Hala Cumhurbaşkanı gelmiş siz kanının son damlasına kadar savaşmalıydınız diyen anlı şanlı bir yorumcu ve yazar tayfası ülkeyi olduğu gibi zihinleri de teslim aldı. Halka “Bizim çocuklar” etiketiyle kupayı alıp gelecekler imajı pompalandı. Kamuoyu da bu baskıyı futbolcuların iliklerine kadar enjekte etti.
Federasyon ve Şenol Hoca hata yaptı. Önce Federasyon’u açalım. Federasyon plansız, programsız “Ben yaptım oldu” zihniyetinin sarıp sarmaladığı bir akıl ile sezonu eğip büktü. Sıkıştırdıkça da dar gömlek gibi düğmelerin ilikleri patladı. Sonra Şenol Güneş acemice davrandı. Güneş doğudan doğar gibi beylik ya da şarkı sözleriyle hareket edenlerin laflarına kandı.
Oysa lig biter bitmez yorgun bedenleri, yorgun beyinleri dinlendirecek bir yol bulmalıydı. Böylesi şampiyonalar öncesi yüklemeden çok dinlenmenin önemini onun gibi bir deneyim düşünebilmeliydi. Böylece yorgun ayakların ve zihinlerin önüne bakmalarını sağlamalıydı. Çünkü maçlar gösterdi ki beyin yapmak istese de, kaslar ona izin vermiyordu. Yine de son maç öncesi belki matematiğin bilmem kaçıncı kombinasyonunda şans olsa da, futbol olarak oyun olarak hiç bir şey yapamadıklarını düşünmeden, akıl süzgecinden geçirilmeyen afaki öngörüler, gazete sayfalarını süslüyordu. Ama sonuçta hayal kırıklığı ve hüsran yaşandı. Ve Türkiye bu kez bittik diye beyaz bayrak çekti.
Yaşamın kıyısından beni çekip alan yüreğimin sesini dinleyen beni kutluyorum. Aman ha sizler de kalbinizin, ya da sol yanınızın sesini dinlemeyi ihmal etmeyin. Bu vesileyle bu süreçte bana emek veren, sırasıyla Dr. Özgür Atmaca, ev doktorum Dr. İsmail Tuncay, Dr. Turhan Keleş, kalbimin doktoru Hilmi Kaplan ve kalbime bir nişan takan Prof. Dr. Cemil Özçelik ile Helios Klinikum Emil von Behring personeline çok teşekkür ediyor ve şükranlarımı sunuyorum…
Büyük geçmiş olsun.
Münir kardeşime hep birlikte nice nice sağlıklı, mutlu yıllar diliyorum.
Bende iki yıl önce buna benzer bir durumla karşılaştım. Senelik diş doktoru kontrolünde, olumsuz bir netice ile karşılaştım. Saniyeler içinde duygu ve hislerim beni geriye yani geçmişime taşıdı. Bir müddet sonra da bunları yazmaya, daha doğrusu kitabımı yazmaya karar verdim ve muayene koltuğunda değişmeye başlayan hayatımı yazıyorum şimdi.
Yazmaya ara vermiştim ama bu yazınızı okuduktan sonra biraz daha motive oldum ve devam etmeye karar verdim. Bunun için size teşekkür ederim.
Size tekrar geçmiş olsun dileği ile saygılar sunarım.