BİLMEKTEN VE SORMAKTAN YORULMAMAK ZAMANI
Hikayeler devam ediyor.
Seldağ Vardal / DieGazete.de
Zaman en iyi ilaçtır, zamana bırak, zamanla geçer unutursun dense de gerçekten böyle midir? Bir de bunu yaşayana sormak lazım. Öyle görünüyor ki felaketin üzerinden zaman geçtikçe, sanki yara kapanmışçasına, acı dinmişçesine bölgeden uzaklaşıyor gibiyiz. Belki de hayatın kuralıdır bu ve iyi ki de böyledir. Yoksa nasıl devam edilir ki böylesi büyük bir acıya rağmen. Evet yaşananlarla ilgili görüntüler, her ne kadar içimizi acıtsa da büyük bir endişeye kapılsak da, hatta korkudan memleketimizi terk etmek istesek de, dünya bir bütün olarak batmadığı sürece büyük bir soğukkanlılıkla devam ediyoruz hayata. İster bu felaketin ortasında olalım, isterse çok uzağında. Yani olanla, ölene çare yoktur derler ya hani. Her şeyin özü özeti budur belki de.
Aslında benim içinde hal böyle ve ben de aynı bu şekilde devam ediyorum günlük rutinlerime. Lakin ister istemez, konu günde en az bir kere ya Hatay ve Antakya’ya uğruyor, ya da depreme. Hatta bazen, aslında eski ama yeniymişçesine karşımıza çıkan bilgilerle. O adına tarih denen. Ve ben bir ara bu bilgileri bir saç örgüsü misali, sağdan eskiyi, soldan yeniyi alıp üst üste koyup, bir sonuca varmaya çalışırken buluverdim kendimi. Bir de bu saç örgüsünün beraberinde getirdiği soruların içinde.
Eğer siz de kabul ederseniz, şu meşhur farkındalıkla, o meşhur anda kalarak birlikte örmeye başlayabiliriz bu bilgileri. Bir yandan adına geçmiş denen Hatay ‘in tarihinde biriktirdiği ilginç deneyimleri alıp, üstüne adına yeni denen, şahit olduğumuz deneyimleri koyarak. Ne dersiniz? Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir. O vakit, hemen yola koyulalım ve İlk olarak Antakya adıyla başlayalım.
Bu şehir Makedonyalı büyük İskender’in önemli komutanlarından biri olan, 1. Nicator tarafından M.O. 300 lü yıllarda kurulmuş. Nicator, babası Antiochus’u onurlandırmak üzere onun adından yola çıkarak buraya Antiochheia adını vermiş. Ve yine antik kaynaklara göre Antakya o dönem için 300 bin nüfusuyla Roma İmparatorluğunun 3. dünyanın ise 4. büyük kentiymiş. Ve bu bölge, o dönemlerde dahi doğu ve batının buluştuğu, Arap ve Anadolu dünyasının kesiştiği bir noktada olmasından dolayı, hem ticari hem de kültürel açıdan çok büyük bir önem arz edermiş.
Yani Antakya aslında özenle kurulmuş ve korunmuş bir şehirmiş. Kuruluşuyla birlikte, bölgeye Makedonlar, Yunanlılar ve Yahudiler yerleştirilmiş hatta Yahudilere vatandaşlık hakkı verilmiş ki bu da Pagan olan Romanın, tek tanrılı bir din olan Yahudiliğe verdiği çok önemli bir avantaj olmuş. Lakin bu büyük önem arz eden bölge, aynı zamanda belki de çok da talihsiz bir şekilde, jeolojik olarak tehlikeli bir zemin üzerinde bulunuyormuş ki bugün bunu çok daha net olarak görmüş olduk. Arap, Anadolu ve Avrasya levhalarının kesiştiği bir noktada olan Antakya, bundan dolayıdır ki böylesine bir depremi de ilk kez yaşamıyormuş.
Tarihler M.S. 13 Aralık 115 i gösterdiğinde büyük bir sarsıntıyla uyanmış Antakya. Bu Cassius Dio adında bir tarihçinin, Roma Tarihi adli kitabındaki notlarında kayıtlıymış. Cassius’un anlatımlarına göre, şiddeti günümüz ölçeğiyle 7,5 a varan çok büyük bir yıkım yaşanmış. O dönem Antakya nüfusunu 500 bin olarak veren Cassius, ölü sayısını 260 bin civarında not etmiş. Bazı tarihçiler, bu rakamı abartılı bulsa da bazıları da şu şekilde bir yorum yapmış. O dönem Roma İmparatoru olan Trajan, ordusuyla birlikte kışı geçirmek üzere Antakya daymis Hatta kendisinden sonra tacı giyecek olan Hadrianus da ona eşlik ediyormuş. Cassius’ un yazdıklarına göre, yine bir gece vakti, yine ışıklar saçarak oluşan bu deprem de imparator Trajan, odasının penceresinden kaçarak çıkmış ve günlerce adamlarıyla birlikte hipodromda kalmış. O dönem için pagan olan Roma İmparatoru Trajan’ a göre bu depremin sorumlusu Hristiyanlar olmuş. Onlara yol verdikleri için, tanrıların kendilerini cezalandırdıklarını düşünen Trajan, Hristiyan başpiskoposu cezalandırmak üzere aslanların önüne atmış. Sonrasında Antakya’nın onarımına başlayan Trajan, iki yıl sonra ölünce yerine Hadrianus, imparator olmuş ve koca romanın imparatoru tacını Antakya da takmış. Hadrianus, adını tarihe Keltler gelmesin diye İngiltere’nin orta yerine duvar ördüren imparator olarak geçirmiş. İşte bu Hadrianusdur ki, Antakya’da tacını takmakla birlikte aynı zamanda kentin kuruluşunu da tamamlamış.
Tam da bu noktada M.S 115 den bu yana, kimler gelmiş, kimler geçmiş lakin ne değişmiş diye sorası geliyor insanın. Milenyum denilen dönemin içinde olan bizler, bu kadar tarih bilgisinden yoksun muyuz? Neden bilmiyoruz? Ya da biliyoruz da unutuyor muyuz? Yoksa birileri unutturuyor mu? Ya da biz bunları hiç öğrenmedik mi? Öğretilmedi mi? Bilenler anlatmadılar mı? Canlı bir varlık olan dünyanın, kendi içinde bir devinimi olduğuna göre ve de bu bilindiğine göre buna uyumlu yasayamaz mıydık? Bilimin kendisi de mi bir efsanedir? Değilse bilim insanları sustu mu? Yoksa biz mi kulaklarımızı kapatıp bu bilgileri elimizin tersiyle ittik. Ee hadi bunları ittik de neyi önemsedik. Ne yiyip, ne giyineceğimizi, nereleri gezeceğimizi ve nasıl görüneceğimizi mi? Üstelik o çok önemli olan, canımız pahasına mı? Yoksa merkeze koyduğumuz canımız, aslında o kadar da önemli değil mi? Sorun sistemde mi?
Yoksa onun bir dişlisi olan bizlerde mi? Yoksa tüm bu olanlar normal de, mesele sadece kaderde mi? İste M.S. 115 den bu yana yıkılıp yıkılıp yeniden yapılan bu bölge ve yeniden çalan savaş çanları ister istemez sorduruyor insana. Bu son olur mu yoksa sarıyor muyuz yine başa.
Sadece deprem mi dersiniz Antakya’yı böyle derinden sarsan. Hayır. Aslında tarihine bakınca, dedim ya kimler gelmiş, kimler geçmiş, neler olmuş dedirtiyor insana Antakya. Şimdi buna bir kaç örnek daha vereyim. Antakya Hristiyan sözcüğünün isim anneliğini yapmış bir kent aslında. Khristos yani Mesih anlamına gelen sözcüğün üzerine Mesihe inanan, ona bağlı anlamına gelen Khristianos ifadesi ilk kez Antakya da kullanılmış. (Bazı kaynaklara göre, Hz. İsa’nın havarilerinden olan, Aziz Pavlus’un öğrencisi olarak bilinen, aynı zamanda Helenistik Antakya’nın yerlisi ve bir hekim olduğu söylenen Luka, Luka incili adını alan kutsal kitabı burada yani Antakya da kaleme almış. Ve ilk olarak Khristianos ifadesini kullanmıştır.)
Bir diğer önemli örnekte Antakya felsefe Okulu. M.S. 260 lı yıllarda Antakyalı Lukianos tarafından kurulmuş. Lukianos ise adını asasen kutsal kitap yorumu konusundaki açık fikir ve çalışmalarıyla duyurmuş. Ve yine aynı Lukianos, Aryüs’e hocalık yapmış. Kimdir Aryüs dersek. İznik konsülünde farklı İncillerin bir araya gelerek görüşüldüğü dönem, buradan afaroz edilerek, sürgüne gönderilen isimdir Aryüs. Ve onun gibi düşünen arkadaşları da onunla aynı kaderi paylaşmışlar. Bundan dolayı, onlara Aryüscüler denmiş. Peki Neyi savunmuş Aryüscüler. Bunlar, baba oğul ve kutsal ruh üçlemesini ret edenlerdir. Onlara göre evet, tanrı vardır birdir fakat Hz. İsa onun sadece elçisidir, oğlu değildir. Yani Hristiyanlık için, bu denli önemli olan bir düşünce ayrılığına imza atmış isimleri barındırmış bir kent olarak karşımıza çıkıyor Antakya. Ayrıca Hristiyanlığın ilk kilisesi olarak bilinen St.Pierre kilisesi de Antakya’da yer almaktadır.
Başka bir örnek de Antakya da olduğu söylenen kutsal kasedir. Bu konuyla ilgili olarak Akitanya düşesi Eleanor çıkıyor karşımıza. Akitanya, Fransa’nın güney batısında yer alan bir bölge. Ve Düşes Eleanor, İkinci haçlı seferi zamanında Fransa kralı olan eşiyle birlikte bu sefere katılarak Antakya ya gelmiş. Uzunca bir süre burada kalmış. Ve kutsal kaseyi aramış. Bazı kaynaklara göre bulmuş, bazılarına göre de eli boş dönmüş. Hatta bazı kaynaklar kaseyi bulup Antakya da sakladığını, bazıları da yanında götürdüğünü söylüyor. Kralın zoruyla Fransa ya dönen Eleanor, hemen sonrasında kraldan boşanmış ve bir süre Akitanya da yaşayarak, kutsal kaseyle ilgili kitaplar yazdırmış. Ve aynı Eleanor, daha sonra İngiltere kralıyla evlenerek o meşhur aslan yürekli Richard ve yurtsuz John’un annesi olmuş. Yaa meğer kimleri konuk etmiş ve ne sırlar barındırırmış Antakya. Meğer, ne sorular sordurmuş da nice soranların, gerçeğin peşinden koşanların doğum yeri olmuş Antakya..
Gerçek nedir? Nerededir? Kimdedir? Kimledir? Var mıdır? yok mudur? Nasıldır ve ne şekildedir? Varsa bir gerçek peşinden mi gitmek yoksa bir U dönüşü yaparak ona sırt mı dönmek gerekir? Soru yöneltmek ve gerçeğin peşinde koşmak, elini taşın altına koymaksa, tüm bunlardan vazgeçerek, bir elimde cımbız bir elimde ayna umurumda mı dünya modunda mı yaşamak gerekir? Yoksa mesele, kulağa zaten hoş gelip de göze hoş görünende midir? Buda ayrı bir gerçek midir? Ya da ve yoksa her şey bir daire gibi dizilmiş de insanoğlu ve kızı bu daire üzerinde mi seyirdedir? İşte bilemiyoruz ki, bu bitmek tükenmek bilmeyen soruların bir sonu olur mu? Ve bu tarihine şahitlik yaptığımız kıyamet bir son olur mu?
Antakya; Arap, Avrasya ve Anadolu bölgelerinin kesiştiği bir nokta olmasından dolayı, tarih boyu ayrıcalıklı bir bölge olarak kendini var etmiştir dedik mi dedik. Bu bilinir mi bilinir. Yani ister pagan olsun, ister Hristiyan, Musevi ya da Müslüman pek çok inançtan topluluğun binlerce yıldır birlikte yaşayabildiği nadir yerlerden biridir ve tam da bu nedenle aslında biriciktir. İnsan Antakya’nın sokaklarında gezinirken, bu harika mozaiğin tüm kokularını içine çekebilir, seyre dalabilir. Hatta ona dokunabilir. Çünkü her bir köşesinde geçmişi bugüne taşıyan, tarihi bir yapı görmek mümkündür.
Bunlardan biri de, Müslümanlar için, önem teşkil eden ve pagan bir tapınağın üzerine inşa edildiği düşünülen, Habibi Neccar Camidir. Bugünkü Antakya’ da Kurtuluş caddesi üzerinde yer alan bu caminin, Müslüman Araplar tarafından fethedilmesinin üzerine, 636 yılında Halife Ömer döneminde yaptırıldığı düşünülmektedir. Bu nedenle Anadolu’da yapılan ilk camidir. Fakat bölge, hem jeolojik açıdan hem de siyasi açıdan, pek çok kez deprem geçirdiğinden dolayı bu cami, tarih boyunca aslında pek çok kez yıkılmış ve yeniden yapılmıştır. Bu yıkımlardan birini, haçlı seferleri döneminde yaşamış sonrasında Memluk Sultanı Baybars’ın burayı almasıyla birlikte, yeniden yaptırılmıştır.
Bugün yıkılan cami ise, Yavuz Sultan Selim döneminde, Osmanlı topraklarına katılan Antakya’nın, 1853 yılında yaşadığı depremden sonra yeniden yapılan camidir. Pekii, bu cami sürekli olarak yıkılmasına rağmen, neden yeniden yapılmış ve ona neden bu kadar önem verilmiştir. Belki de bütün mesele burada gizlidir. Bu gizemi aralayabilmek içinde Habibi Neccar adının nerden geldiğine ve hikayesine bakmamız gerekmektedir. Ve Bu öyle bir hikayedir ki, başlangıç noktası çok çok eskilere, Hz. İsa ya kadar gider. İşte hikaye o dur ki; Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Barnabas ve Pavlos Antakya ya gelirler. Yolda, bir adama rastlarlar. Bu adam, o dönem Pagan inanca sahip olan, Antakya’ da, oğlu cüzzam hastası olduğundan dolayı, dışlanmış ve oğluna bakabilmek için, dağda bir mağarada yaşamak zorunda kalmıştır. Mesleği Marangozluktur. Bu iki yabancı adamı gören marangoz, kimsiniz nesiniz diye sorar. Onlarda “ biz hak dinini tanıtmaya geldik. Hz. İsa’nın elçileriyiz” deyince, marangoz onlara “ madem böyle bunu bana kanıtlamanız gerek” der. Bunun üzerine havariler, oğlunun cüzzamını iyileştirirler. Ve bu adam, onlara iman eder. Böylece bu marangoz pagan bir toplumda, Allah birdir inancına sahip olan ilk kişi olmuş olur.
Sonrasında Aziz Barnabas ve Pavlos, Antakya’nın içine inerek, Hz İsa’nın inancını anlatmaya başlarlar. Ancak halk, bu durumdan rahatsız olur bunların uğursuzluk getireceği inancıyla valiye şikayet eder. O sırada üçüncü havari Aziz Petrus da gelmiştir Antakya’ya. Vali bunları çağırır ve bir mucize göstermelerini ister. Bunun üzerine Aziz Petrus’un, bir ölüyü dirilttiği söylenir ve vali onlara inanır ancak halk bir türlü inanmadığından, onları taşlamaya kalkar. İşte tam bu sırada, o marangoz, koşarak dağdan iner, “ onlara inanın” deyip, engel olmaya çalışırken, o da taşlanarak hayatını kaybeder. İşte bu adamın adı, Habibi Neccar ‘dır. Ve ilk din şehidi olarak anılır. Aynı hikaye Kuran’ da, Yasin Suresinde de anlatılmaktadır. Camide bulunan türbelerin Aziz Barnabas, Pavlos ve Habibi Neccar ‘a ait olduğu düşünülmektedir.
Her iki din içinde bu cami, bu nedenle çok önemlidir. İşte bu hikaye de sorduruyor insana. Ne değişmiş diye? Allah ‘ın hediye olarak sunduğu canı almak kimin haddinedir? Ve nedendir? Senin inancın benim varlığımı tehdit eder mi? Ederse neden eder? İnancım önünde saygıyla eğilemez misin? Eğilemez miyiz? Yanıt hayırsa sebep nedir? Doğru sende midir? Yoksa bende mi? Yoksa sebep sadece, nefis midir? O nefs tir ki benden olmayanı ret mi eder? Yoksa kökten yok mu? Peki ya Habibi Neccar bir son oldu mu? Ee bunun bir sonu olur mu?
Tarihte neler olmuş öğrenmek bazen keyif verip, bazen şaşırtıyor olsa da, bizimde tarih olacağımızı bilmek hatta kabullenmek biraz hüzünlendiriyor galiba. Ama Öyle ya da böyle geçip gidiyor zaman. İşte size bir örnek daha geçmişin sayfalarını karıştırırken rastladıklarımdan Derlermiş ki, Antakya’nın her yıkılışında onu kuran bir imparator vardır. İşte bu yıkılışlardan biride Bizans İmparatorluğu’nun Antakya üzerinde varlığını hissettirdiği dönemlere denk gelmektedir. M.S. 525 de büyük bir yangınla sarsılmış Antakya. Tam bunu atlatırken 526 da bir deprem ve 528 de bir deprem daha. Ve bu kez de Bizans İmparatoru Justinianus olmuş Antakya’yı yeniden kuran.
Biz bu olanları antik yazar Ioannis Malas ve aziz Teofanes’in anlatımlarından öğreniyoruz. Diyorlar ki “O kadar büyük bir deprem oldu ki yakındaki şehirlerin duaları buradan duyuldu. Ve bu depremde Antakya da kar vardı. Ve insanlar karların üzerine yatarak Allah’a ve Hz. İsa’ya yalvardılar. Sonra onlara bir zat görünerek, kapılara “ ey Isa, bize merhamet et, bizi koru” yazmalarını söyledi ve insanlarda kalan bütün kapılara bunu yazdılar. Ve bunun sonucunda deprem duruldu.” Muhtemelen artçıların bittiği dönemi işaret ediyor antik yazarlar.
Depremden dolayı bütün etkinlikler iptal edilmiş ve imparator Justinianus tacını takmayarak, halkla birlikte günlerce duaya durmuş. Bu arada Antakya’nın vermek zorunda olduğu yıllık bin Talent (antik bir ölçü birimi) olan vergiyi, üç yıl boyunca almayarak kenti yeniden inşaa etmiş. Hem de su bentlerinden tiyatrosuna kadar. Hatta O dönem, tanrının korumasına çok ihtiyaç duyduğundan olsa gerek, Antakya’nın adını değiştirerek tanrının kenti anlamına gelen Theopolis ismini verip, bu adla bir de sikke bastırmış. Lakin halk uzun vadede bu ismi benimsemeyince yeniden Antakya adına dönülmüş..
İşte burada bir soru daha geliyor akla acep hayat bir yap boz oyunu mudur diye . Gözden kaçan nedir ki? Kim yapar? Kim bozar? Hesap nerde ve kimde şaşar ki her seferinde dönüp aynı yere gelinir. Acınız acımızdır tavrı sergileyen imparator Justinianus, Antakya için mi duaya durmuştur? Yoksa bölgenin sahip olduğu zenginliğin farkındadır da, getirisi götürüsünden daha fazla olacağı için midir? Eğer bir reankarnasyon varsa, Justinianus, bugün hangimizdedir? ..Ve tarih, gerçekten bir tekerrürse, bugün duaya durma sırası bizlerde midir?
Son olarak da Antakya ile ilgili ilginç bir söylentiyi anlatarak bitirmek istiyorum. Denirmiş ki Antakya fethedilemez. Fethedilmesi için ya büyük bir deprem ya da içerden bir ihanet olması gerekir. Ve işte bu ihaneti, Antakya ikinci haçlı seferi sırasında Firuz bey le deneyimlemiş. Haçlı orduları, Ekim 1097 de Antakya kalesi önüne gelmiş. O dönem, büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah’ın emiri olan Yağı Sayan’mış, Antakya emiri. Bu gelişi önceden haber alan Yağı Sayan, Antakya da yaşayan Hristiyanların, dindaşlarına yardım edeceği endişesiyle, bir kurnazlık yaparak kalenin dışına siper kazmak üzere, bütün Hristiyan erkekleri göndermiş, siper kazıldıktan sonra da kale kapılarını kapatarak, kimseyi içeri almamış. Bunun sonucunda dışarıda kalan Hristiyan erkeklerin bir bölümü, başka yerlere göç etmiş, bir bölümü de eşlerini çocuklarını akrabalarını terk etmemek için kale dışındaki kamplara yerleşmiş. Ve bunlar zamanla, kalenin gizli noktalarından içeriye girip çıkmaya ve kuşatma ilerledikçe, her iki taraf için casusluk yapmaya başlamışlar. Fakat sadece Yağı Sayan değilmiş oyun kuran. Haçlı birliklerinin komutanlarından olan Beomondo da kurnazca bir plan yapmış. Bu Hristiyan erkeklerden içeride olup da, bu kente ihanet edebilecek birilerini araştırmış ve sonunda bulmuş.
Bu, Firuz adında, Antakya ordusuna zırh yapımı ve tamiri ile uğraşan bir metal ustasıymış . Bu nedenle emir Yağı Sayan’ı tanımaktaymış. Lakin Firuz’un emirle arası pek iyi değilmiş. Çünkü Yağı Sayan, Firuz’un gereğinden fazla miktarda zahire sakladığını ve bunu yüksek fiyatlarla kara borsada sattığını duymuş, ona para cezası vererek ihtar etmiş. İşte bu durumdan hoşnut olmayan Firuz’a ulaşmış Beomondo. Gizli yapılan bir çok görüşmenin ve Firuz’a verileceği söylenen para ve unvanın ardından, Firuz artık ihanete hazır olarak söyleneni yapmış. Ve Haçlı Ordularına içerden kapıyı açmış.
Şimdi bütün bu yaşananlar bir satranç oyunu olsaydı eğer, hamlene karşı hamle yapıyorum ve sana şah mat diyorum der, gülüp geçebilirdik. Lakin bunun bir oyun olamadığını hepimiz biliyoruz. Ve ne yazık ki hala benzer kurnazlık senaryolarının içinde debelenip durduğumuzu da. O vakit, yine sorası geliyor insanın o günden bugüne ne değişmiş diye?
O gün devrede olan Firuz’un nefsi, bugünlerde acep nerde kimde görülür diye. O gün kurnazca plan yapanların yerini bugün kimler aldı diye. Hatta ihanetin dokusu ve kokusu değişmiş olabilir mi diye. Hani görselliğinle girdiğin kanımdan çektiğin canim aslında öze bir ihanet sayılmaz mi ki diye. Hani Kariyer adı altında bir unvanla taçlandırırken beni, çekip aldığın aklim insana bir ihanet sayılmaz mi ki diye. Bu ihanet zinciri nerde ve kim de başlar? Nereye ve kime kadar gider bilinir de bilinmez mi diye. Sorulmaz mı hiç, bütün bu olanların içinde acep ben nerede dururum diye. Ve nihayetinde tekrarlanan o son soru bunun bir sonu var mı, bu son olur mu?
Heeyy hak, simdi dünyadaki 8 milyar insan bin dereden su getirsek de duaya dursak acep kabul olur mu?
Fotoğraflar: Seldağ Vardal ve Hüseyin İşlek
İlk yorum yapan olun