GO SAN FRANCİSCO GO GO

Hikayeler Devam Ediyor

Seldağ Vardal / DieGazete.de

Las Vegas’ın niyetine rağmen pass diyereeek, Amerika gezimize devam ediyorum. Ve size üçüncü durağımız olan San Francisco’yu anlatmaya başlıyorum. Üstelik çok hareketli bir şekilde. İnsan, gezmeye gidince, o sınırlı zaman içinde çok şey göreyim diye  çok geziyor ya yoruluyorsun haliyle. İşte, böyle yorgun argın küçük İtalya (littel italy) denilen mahallede bir İtalyan restoranında oturmuş, hem karnımızı doyurmaya, hem yorgunluk atmaya çalışırken, birden önümüzden bir itfaiye aracı sirenlerini çalarak geçti. Biz, bir yandan aracı  gözümüzle takip edip, diğer yandan  fotoğraf çekmeye gayret ederken, birden bir ses duyduk.  Bir kadın bağırıyordu. Go go go….

Bir de döndük ki ne görelim. Önde tombik siyahi bir kadın polis, arkada onu takip eden iki erkek polis, öyle bir hızlı koşuyorlar ki aman tanrım. Oturduğumuz yer bir köşe başıydı ve onlar, köşenin göremediğimiz açısına doğru son sürat koşmaktaydılar. Melisa’yla ben birbirimize baktık ve aynı anda kendimizi fırlamış, polislerin arkasından koşar bulduk go go go.. Biz, köşede ne oluyor bunu görmek istiyorduk. Ama aynı zamanda Amerikan polisini  iş başında görmek, tam da filmlerdeki gibi müthiş heyecanlıydı. Biz bu heyecana kapılmış tam köşeye varmak üzereyken, annemizin çığlığını duyduk. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz. Geri dönün. Derhal taksiye binip otele dönüyoruz. Manyak mısınız siz yanımızda çocuk var.” Hiç bir şey düşünmeden yerinden ok gibi fırlayıp koşan Melisa ile ben, maalesef köşeye varamadan “Yaaa biz, sadece olayı görmek istedik” serzenişleriyle geri döndük ki Gönül o sırada taksiyi çevirmişti bile. Çaresiz binip ayrıldık olay yerinden ama gözümüz arkada kalarak. Otele gidince çok güldük. Bir zamanlar bir dizi vardı. San Francisco sokakları diye. Çok severek izlerdim ve sadece bir sokağında yokuş var sanırdım. Meğer bu şehir yokuşlar üzerine kuruluymuş. Ve kim bilirdi ki o, heyecanlı polisiye dizinin nerdeyse canlı kanlı içinde oynamak nasip olacakmış. Bir de bu şehrin suç ve cezasına tanık olmak.

Suç ve ceza deyince akla gelen yerlerden biri o, meşhur cezaevi Alcatraz tabi ki. Annemiz, annelik güdüsüyle olsa gerek, o gün bir daha  sokağa çıkmak istemedi. Korkmuştu. Biz de Melisayla  suçluyu yakalayamamış olsak da bu ruh hali içinde aldık başımızı ve Alcatraz’ı ziyarete gittik.

Suçlu kimdir, nedir bilemeden cezayı seyretmeye. Eğer dedikleri gibi bir canlıyı incitmenin dahi evrende bir yanıtı oluyorsa hepimizin içi rahat eder sanırım. Ama evrenin dilini anlamakta zorluk çekince kendi anlayacağımız dilde veriyoruz bu incinmişliğin yanıtını. İşte o meşhur cezaevi Alcatraz da böyle bir yanıtın gözle görülür hali. İsterseniz önce kısaca  tarihine bir bakalım sonra da bizim ruh hallerimize.

1775 yılında İspanyol kaşif Juan Manuel de Ayala tarafından keşfedilmiş bir ada. Üzerinde çok fazla Pelikan bulunmasından dolayı da adı İspanyolca Alcatrates olarak konmuş. Zamanla da Alcatras’a dönüşmüş. Daha sonra 1850 yılında ABD başkanı Millard Fillmore bu adayı askeri amaçlı kullanmak üzere bir kararname çıkartmış. Hatta adaya girişi engellemek için birde fener inşa edilmiş. Sonrasında  askeri suçluları  burada tutmak için kullanılmış.. İç savaştı derken, Amerikan-İspanyol savaşıydı derken, hatta artan suçlu sayısı ve de hava koşulları gibi nedenlerden dolayı zamanla burada bir hapishane kurulması kaçınılmaz olmuş. Ve kurallara uymayan, tehlikeli, kaçmaya meyilli, suçlular buraya aktarılmış.

Ortalama 275 civarında  olan suçluların, tek kişilik odaları varmış ve 4 temel hakları. Yemek, barınmak, giyecek ve tıbbi bakım. Eğer uyumlu olurlarsa, çalışmak, resim yapmak, enstrüman çalmak ve aile ziyaretleri gibi haklara da sahip olabiliyorlarmış. Ada, pek çok kez kaçma girişimine tanık olsa da  başarısızlıkla sonuçlanmış hatta ölümle. Ammaa her ne kadar imkansız gibi görünse de buradan kaçmayı başaranlar da olmuş. 1962 yılının 11 Haziran gecesi, üç azılı mahkum hücrelerinden çatıya açtıkları delikten tırmanıp, ısıtma borularından aşağı inerek, kayalıklara ulaşıp yağmurluklarından yaptıkları botla, bir daha hiç görülmemek üzere Alcatraz’a veda etmişler ki bunu da sanıyorum hepimiz Hollywood dan biliyoruz.

1963 yılında 29 yıl boyunca hapishane olarak kullanılan bu mekanı bakım, onarım ve ulaşım maliyetlerinden dolayı kapatma kararı almışlar. Önce kendi kaderine terkedilmiş, sonrada 1972 yılında tekrar canlandırılarak turistlerin ziyaret ettiği sevimli bir nokta haline getirilmiş. Yani sevgili Amerika dünyaya Hollywood aracılığıyla tanıttığı bu ceza mekanını,  bir de sergiye açıp gezdirerek para kazanmaya başlamış..

Kulağımızda kulaklıklar, cezaevi koridorlarında gezinirken, bir yandan da düşünüyorduk. Ada ana karaya gerçekten çok yakın. Öyle ki anlatımlarda söylendiği gibi, yazın ana karadaki Kafelerden gelen kahkaha ve müzik seslerini duyabilecek kadar. Bir ara Melisa “Seldağ teyze ben, daha fazla dinleyemeyeceğim” deyip, kulaklıkları çıkardı. Haklıydı. İkimizin de başına ağrılar girmişti. Hem anlatılanlar, hem de görüntüler pek de iç açıcı değildi. Evet, en iyisi mi hiç bir şey duymadan gezinmek diyerek, ben de çıkardım kulaklıkları. Öyle ya, biz gezmeye keyif yapmaya gelmiştik. Suç nedir? Bir insan, neden suç işler ceza nedir olmalı mıdır ceza verirken cezanın kendisi bir suç haline dönüşebilir mi bilemiyorum. Bu şehir Amerika›da gördüğüm beş kentin en güzeli ve en keyiflisiydi. Bu nedenle, bu soruları düşünüp de keyfimi kaçırmak istemiyorum açıkçası. Hani mizahi bir dille anlatılıyor ya; adamın biri psikoloğa gitmiş “Ee ne dedi diye sormuş” arkadaşı. O da “Ya psikolog, okumuş terbiyeli kadın incinmişsin dedi bana” diye yanıt vermiş. İşte bu cezaevinde yatanlar, birilerinin kalbini kıra kıra bırakmışlar bir hatıra. Sonra onların kalbi kırıla kırıla, kendileri olmuşlar bir hatıra. Tam da bu noktada bir de Ahmet Kaya şarkısı geldi  aklıma nerden baksan ahmakça..

Sonra döndük yine ana karaya. Pierre 39 da inerek Fsherman’s Warf a doğru yürümeye başladık. Gelmeden önce Amerika’da nelere dikkat etmemiz gerektiğine dair biraz araştırmıştık. Cana yakındırlar ama siyasetten konuşmak istemezler diyordu. Cana yakın, oldukları kesin. Sıcak kanlı bir şekilde hemen iletişime geçebiliyorlar. Siyaset üzerine de biz konuşmak istemedik zaten. Ama internette yazmayan bir bilgi vardı. Bunu da yerinde yaşayarak öğrenmiş olduk. Ne içerseniz için, büyük bardaklarla ve nerdeyse tepeleme buzla dolu bir şekilde getiriyorlar. Yani sizin ısrarla belirtmeniz gerekiyor. “Lütfen buz olmasın” diye. Tabi bu kendi içinde bir uyanıklık olarak görülebilir. Büyük  bir su bardağının yarısı buzla dolu olunca, aslında yarım bardak içmiş oluyorsunuz. Varın siz düşünün bu garip uyanık alışkanlığı.

Bir de kuru yemişi çok seviyorlar. Fındık-fıstık rafları müthiş. Ben bayıldım. Yalnız tatlı konusunda biraz zayıflar ya da bana öyle geldi. Hani Avusturya Almanya ve İsviçre pastalarından sonra bunların tatlılarını pek de lezzetli bulmadım.

Bu arada San Francisco  sokaklarında cool dedikleri bir enerji hakim. Nedendir bilemedim. Amerika’nın genelinde olduğu gibi burada da yerde bir çöp yok ve trafikte insanlar müthiş derecede saygılı ve kurallara dikkat ediyor. Üstelik hangi sosyal kesimden olursa olsun. Bu tabi kısa bir seyahatte dikkat çekenler. Belki yaşamaya başlasak daha farklı deneyimlerimiz olabilir. Bu arada, tam artık yürümekten yorgun düştüğümüz, ayaklarımızı sürüklemeye başladığımız bir anda, bir de baktık ki fok balıkları toplantı yapıyor. Heyecanla hem onları seyre daldık hem de biraz ara verip dinlenmiş olduk. Hep bir ağızdan bağıra bağıra konuşan bu hayvanlar, bu kentin tarihini mi anlatırlar belirsiz ama hiç durmadan, soluksuz, heyecanlı hatta belki biraz panikle anlattıkları kesin. Buraya hemen bir video konduruveriyorum belki aranızda ne anlattıklarını anlayanlar olacaktır.

Dedim ya bu şehrin enerjisi çok cool diye. Enerjinin etkisinden midir bilemiyorum aklıma okuduğum bir kitap geldi. Başladım Melisa›yla bu kitabı konuşmaya. Böylece otele kadar hem kitabın, hem de bu cool enerjinin etkisiyle kahkahalar atarak yürümüş olduk. Okuyanlarınız olduysa bilecektir. Kitabın adı “Nakt duschen Streng verboten.” Dünyadaki pek çok  ülkede  var olan komik yasaklardan derlemişler bu kitabı. Resmi yasaklar bunlar yani. Ama ne yasaklar. Tabi en çok da Amerika’dan. Başlıyorum şimdi anlatmaya. Siz de hazır olun gülmeye.

Alabama’da pantolonun arka cebine dondurma koymak yasakmış.Buradaki Anniston kentinin  Noble caddesinde blue jean giymek yasak. Arizona’da bir kaktüs keserseniz cezası 25 yıl. Buradaki Globe kentinde bir kızıl dereli ile sokakta iskambil oynamak yasak. Colorado – Denver da komşuya elektrik süpürgesini ödünç vermek yasak. Connecticutta bisikletle saatte 90 km den fazla hız yapmak yasak. Florida’da kuaföre giden kadınların, saç kurutma makinesinin içindeyken uyumaları yasak.

Ayrıca evli olmayan kadınların pazar günleri paraşütle atlamaları yasak. Wyoming’de Cheyenne kentinde çarşamba günleri duş almak yasak. South Dakota’da eyalet sınırları içinde peynir fabrikasında uyumak yasak. Texas’da ayakta bira içerken en fazla üç yudum izni var sonrasında oturmak zorundasınız. Maryland’da bir aslanı sinemaya götürmek yasak. Ohio’nun Clinton ilçesinde kamuya ait bir binaya sırtını yaslamak yasak. Youngtown’da yolda benzin bitmesi yasak. Oregon Salem’de kadınlara güreş yasak. Wiconsin’de trende öpüşmek yasak.

Anlayacağınız kitapta yok yok. Ayrıca  bütün ülkelerden derledikleri için Türkiye’den de bir örnek vardı. Yanlış hatırlamıyorsam, memur kadınların iş yerinde pantolon giyememesini almışlardı bu komik kanunlara örnek olarak. Tabi tüm bunlar değişmiş midir bilemiyorum. Tek bildiğim insan okurken hayrete düşüyor. Bu nasıl kanun böyle canınız mı sıkıldı sizin kim koyar ki pantolonun arka cebine dondurma ya da hadi koydu kendinden başka kime zararı olur ki diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Alcatraz dönüşü bu kitabı hatırlamam çok iyi gelmişti açıkçası.

Kahkahalara da boğulsak, bu şehri çok da sevsek, hatta aşık olsak dahi bir gerçek vardı ki bunu düşünmeden ve üzerine konuşmadan geçmek olmazdı. O da tabi ki San Francisco depremi. Malum 1906 da buraları vuran o büyük depremi çoğunuz bilir. Sabaha karşı nerdeyse 8 şiddetiyle  sarsılan bu kent,  yerle yeksan olmuş. Sadece depremden değil,  bir de yapılaşmadaki sorunlardan çıkan yangında ve su sisteminin devre dışı kalmasından dolayı da  mini bir kıyamet yaşamışlar aslında. Tahminen 3 binden fazla ölü olduğu söylenmiş. Altı metrelik bir kaymaya neden olan bu depremden sonra, yeniden inşa ettikleri bu şehir şimdilerde çok ama çok güzel görünse de, uzmanlar, bulunduğu coğrafya nedeniyle, yeniden böyle bir sarsıntının yaşanma olasılığını yüzde elli olarak veriyorlar. Dilerim bu güzel kent, hep ayakta kalır.

Bu arada, çok kısa olarak kentin tarihiyle ilgili bilgide vermek isterim. Yapılan kazılarda ilk yerleşimin M.Ö. 3000 yıllarında olduğu anlaşılsa da, 1848’lerde Kaliforniya› ya   altına hücum dönemiyle birlikte büyümüş bu şehir .Buna bağlı olarak da   çok fazla göç alınca kent çok dilli olmuş ve kendine özgü mahalleler de kurulmuş. O meşhur Çin mahallesi gibi.

Zamanla finansal bir kent haline de gelmiş ve ilginçtir ki 1929 da dünya ekonomik krizinde hiç bir San Francisco menşeli banka batmamış. Ancak 90’lardan sonra gelişen internet teknolojisi, yeni bir iş sahası yaratıp, yeni zenginlerin oluşmasına hatta fakir mahallelerin bile hızla zenginleşmesine sebep olurken, 2001 yılında gelişen olumsuz olaylardan sonra, bu yeni kurulan bazı şirketler iflas etmiş ve buradan göçler yaşanmış.

Ancak kent, yine de teknoloji ve yatırımcılık açısından ayakta kalmaya devam etmiş. İlk tramvayda 1873 yılında faaliyete geçmiş. Zaten çok değişik tramvayları var. Seyretmesi dahi çok keyif vericiydi. Bir de liman boyunca üç tekerlekli bisiklet taksilerin olması. Bir keresinde bizim ufaklıkla yürürken o kadar yorulduk ki bu bisiklet taksileri kullanalım dedik. Bir kadına denk geldik. 3 büyük birde ufaklık atlayıverdik bisiklete. Götürdü bizi gideceğimiz yere. Güçlü kadındı vesselam. Dilerseniz hemen birlikte gidebiliriz..

Yani bu şehirde sisler içinde yürümek, Çin mahallesinde alış veriş yaparken pazarlık yapmak isterseniz bir kanabis turuna katılmak, o tarih naftalin kokan tramvaylara binmek, rıhtım boyunca yürümek ve okyanus plajında güneşin batışını seyretmekten  çok keyif alacağınızı düşünüyorum. Ama en çok da o yokuşları tırmanmaya ve inmeye bayılacaksınız bence. Hatta bizim gibi yapıp arabayla o meşhur çiçeklerle bezenmiş Lombart Street yokuşundan arabanızla inmeyi deneyin derim.

Kısacası ne yaparsanız yapın sizi mutlu etmesini bilecek ve memnun ayrılacaksınız bu kentten emin olun. Dünyada yaşanan tüm karmaşaya sırtınızı dönüp şöylee deriinn bir nefes aldıracak size.. Sonra bir şarkı düşürecek dillerinize. severek ayrılalım.. Yani ezcümle San Francisco da severek ayrıldıklarım listesine eklendi bir kere.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*